Rüya Metni: Gölge Gövde, Karabasan

Garip yollardan geçip, Hoca’nın ofisine geliyorum. Şimdiki ofislerine benzemekle birlikte orası değil. Hoca ve ekip toplanmış, konuşuyorlar, bir başka odada yatak üzerinde tıklım tıkış uyuyan bir ekip daha var. Mutfağa geçince hocayla karşılaşıyoruz, kalabalık ve hareket akıyor, bilmediğim insanlar, yeni yüzler, görüyorum.

Hoca, holde “sandalyeyi al gel” diye bana sesleniyor, holün ampulünü değiştiriyor, yükseklik olsun diye sandalyeyi götürüyorum. Kalabalığın içinde dolanıyorum, hoca yine önümden geçip diğer bir odaya yöneliyor. Arkasından bakıyorum, şaşırıyorum, hocanın kalçalarının ne kadar ufaldığını görüp, kalçalardan yükselip tüm vücuduna bakınca hocanın değiştiğini, kadın olduğunu fark ediyorum. Hoca, elli yaşlarında, tanımadığım, kumral kısa saçlı sanki akademisyen bir kadına dönüşmüş. Kadın bana dönüp karşıya, Anadolu yakasına taşınacağını söylüyor, bana “çantan var mı yanında?” diye soruyor. Taşınma için yardım istiyor, “çantam yok ama yardım ederim” diyorum sonra boşluk oluşuyor, Karabasan başlıyor.

Sanki yine aynı ofis ortamındayım ama mekân, doğaya dönüşmüş. Boyumdan yüksek çalılar, fidanlar, filizler aralarında gövdesi kocaman ağaçlar. Gün ışığını kesen seyrek ama iri ağaçlar, mevsimi belirsiz bir orman ve tuhaf sesler. Yerde yatıyorum ya da yere yakın çömelmiş ne yapacağımı bilmeden, çevreyi kolaçan ediyorum, nerede olduğumu ve ne olduğumu anlayama çalışıyorum. İlerlerde bir aslan yavrusu görüyorum, vahşi ortam ama aslan yavrusu çok sevimli çevrede dolanıyor.

Mekânın renkleri yeşilin koyusuyla, sabah gün doğumu çığ mavisi arası koyu renkler ve sert tonlar. Dünya kasvetli ve ben tedirginim. Çevrede vahşi hayvan sesleri duyuyorum, bir yandan da bir ev rahatlığı ya da güvenini hissediyorum, görüntüsü tedirgin edici olsa da, sükûnetim var. Vahşi hayvanlardan bir tanesi görünmeden çevremde dolaşıyor, aklıma çakallar geliyor, bana saldırmak için hazırlanıyor, ne olduğunu anlayamıyorum, Çakal aranıyor.

Yere uzanmışım, bir şey bacaklarımda dolanmaya başlıyor ama göremiyorum.  Sadece bir silüet görüyorum. Dünya, artık gözümde renklerini yitiyor, ışık yoğunluğuna dönüşüyor. Açık ve koyu tonlarda ışık hareketleri görüyorum, renkler kayboluyor, nesnelerin sadece konturlarının hareketini görebiliyorum. Vücuduma temas eden şeyin, hayvan mı insan mı olduğunu anlayamıyorum, hareket edemiyorum, gövdelerimiz bu yabancıyla çakışıyor.

Kafamda ölüm korkusu başlıyor… Bir taraftan, “Bu bir karabasan ama bu sefer yenecek fizik gücüm var” diye biraz rahatım, ama vücudum yorulmaya başlıyor. Garip şey, üzerime abanıyor, bir kısmı sanki gövdeme giriyor, ellerimle itiyor, yumruk atıyorum. Sadece hareket eden bir silüet, garip bir form, bir şeye benzetemiyorum. Tüm vücudumda baskısı artıyor, nefesim kesilmeye başlıyor. Fiziksel acı yok ama gücüm azalıyor, boynundan ısırıyorum, ileri geri boğuşuyoruz, direncim azalıyor. Dövüştüğüm yabancı canlıdan, garip sesler geliyor, bir şeyleri vücudumun içine sızmaya çalışıyor, debelenerek çıkarıp atmaya çalışıyorum. Yaratığın sesi; uğultu, hırıltı, sevişirken inleme, ağlama, uluma ve böğürme benzeri garipleştikçe garipleşiyor. Bende, bu ucubenin çıkardığı tuhaf seslere benzer sesler çıkarıyorum. Ölümüne dalaşıyoruz.

Birden bu şekilsiz canlının, abim olabileceği aklıma geliyor, olabilir mi? Kafasını burkuyorum, artık onun da gücü tükenmeye başlıyor. Sonra, sınır nokta geliyor. Ucube vücudumun üstünde ve içime işlemişken can havliyle gücümü toplayıp, şekilsiz varlığı üzerimden fırlatıyorum, kurtuluyorum. Gölge gövdeyi üstümden fırlattığım anda, karabasandan kurtulup yatakta ter içinde uyanıyorum.
Aralık 2012

Rüya Metni: Sevgiliyle Yolculuk


Metro veya tren benzeri bir toplu taşıma aracıyla seyahat ediyorum. Sol yanıma dönüp camdan dışarısını seyrediyorum, nerede olduğumu bilmiyorum. Puslu bir sonbahar günü hava kasvetli ama benim için huzur verici, hoş ve puslu havalarda güzeldir. Bilmediğim şehrin içinden geçerken binalarına, yeşil alanlarına, yollarına bakınıyorum, çok az insan var şehir yaşamı sakin; bu resim hoşuma gidiyor.

Sonra birden yanımda birisi olduğunu fark ediyorum, dahası hatırlıyorum, sağıma dönüyorum. Kolumun altından kıvrılmış, uzun saçları üstüme dökülen esmer bir kadın. Sol elimin, ellerinde olduğunu görünce anlıyorum: Sevgiliyiz. Başını göğsümden kaldırıp, bilenen o en yakından noktadan gözlerime bakıyor, güzelliği içimi eritiyor, nefesim güçleniyor, şimdi safi mutluyum. Zarif bir yüzü, alımlı vücut hatları, pastel koyu tonlardaki çekiçi bir giyimi var. Hiç konuşmuyoruz, hiç konuşmuyor. Hiç konuşulmayınca mutluluğum huzura kayıyor, çoğalıyoruz. Kendimi çok huzurlu ve dinmiş hissediyorum. 

Dinginim, aracın nereden geldiği ve nereye gitti önemli değil, zamanı büküyorum. Yer değil, yanımdaki kişi önemli her şey sakin ve münasip, işte öyle. Bir olduğumu hissediyorum, artık bütünüm diye kendimce düşünüyorum, karşımızdaki boş koltukların üzerinden dışarıya bakıyoruz. 

Sonra taşıt görevlisi geliyor, bir şeyler söylüyor, bir şey istiyor benden, keyfim kaçıyor. “Ne eksikliğim olabilir ki” diyorum kendime, her şeyim tam olduğuna eminim, ayağa kalkıp biraz ileriye adamın yanına gidiyorum. Kimliğime, biletime bakıyor, anın güzelliğini bölen gereksiz bürokrasi beni sinirlendiriyor. Adam evraklara bakıyor, başımı çevirip koltuğuna oturmuş beni bekleyen kadına bakıyorum. Yine konuşmadan, sevabını bozmadan bana bakıyor, cazibesinin yanında zarafeti nefesimi kesiyor.

Evraklarda bir şey bulamayan adam gidiyor, sevgilime doğru dönüp yürürken birden camdan dışarısını tanıyorum, beynimden vurulmuşa dönüyorum: araç Kadıköy’e gidiyor. Kendi kendime kızıyorum, şaşırıp kalıyorum, “Kadıköy’e ve şehre dönersem bu ilişki olmaz” deyip canım sıkılıyor, bütün huzurum ve dinginliğim bozuluyor.

Rüya Metni: Galata'da Aşk


Rüyam bir parkta başlıyor, öncesi belirsiz. Ne olmuş bilmiyorum, yanımda arkadaşım Mizan ve karşımızda iki tane 20'li yaşlarda kız var; parkın çimenleri üzerinde ya bir şeyi bitirmiş ya da devam edecekmişçesine duruyoruz. Sonbahar günü, hava kapalı ve puslu; kızlarla vedalaşır gibiyiz. Kızlardan biri, bana yaklaşıyor ve yanaklarımdan öpüyor; dayanılmaz tenin çekiciliğine kapılıp, hafif meyil vererek dudaklarının kenarından öpüyorum. O da davetkâr biçimde öpüşmeyi devam ettiriyor ve müthiş haz başlıyor. Sarılıyoruz birbirimize, elimi beline doluyorum. Yüz hatları çok orantılı, teni duru güzellikte; kumrala yakın esmer çekiciliği yüzüme vuruyor. Ortadan ayrılmış ensesine uzanan kısa ve düz saçları var. Burnu ve yanakları, yüzünün diğer hatları ile uyumlu. Dudakları kırmızı ruj ile daha ortaya çıkmış iştahlı ve ıslak ıslak değiyor dudaklarıma, sonra da dişlerime. Gözleri, mavi gözleri güneş gibi çekiyor beni.


Mavi gözlü kız, daha da ileri gidiyor parkın orta yerinde, elini belinim altına indiriyor ve kamışıma atıyor; derin derin okşuyor ve sertleşiyorum. Şaşkın ve çok mutluyum bu davete; icap ediyorum. Malafatım karşıdaki palamut ağacı gibi, dimdik parkın ortasındayım. Sarılarak birbirimize ve öpüşerek parktan çıkıyoruz tanımadığım seks öznesi ile...


Diğer kız ile Mizan önden hızlıca yürüyorlar; arkalarından sarıla öpüşe biz geliyoruz. Mizan, dönüp bana bakıyor, “bu temaşa bana uzak” gibilerinden halimizi, donuk bakışlarla süzüyor.

Yokuş aşağı inerken fark ediyorum ki, Galata Kulesi çevresindeki ara sokaklardan aşağıya, Karaköy iskele meydanına doğru iniyoruz. Ama inerken, benim şehvetim gittikçe yükseliyor; kalçalarını okşuyorum yanımdaki dilberin. Durduruyorum yolun ortasında, yüzünü iki elimin arasına alıyorum; saçlarını okşayıp, minik burnuna burnum ile dokunuyorum; orantılı yüz hatları ile çekiyor beni kendi içine. Mavi gözleri, benim gözlerime amade bakıyor; işte efsane. Yine öpüşmeye başlıyoruz ıslak ıslak, dudaklarından Tarçın tadı alıyorum tane tane.

Yokuştan aşağı akıyoruz, kız “Ben burada oturuyorum, eve gitmem lazım”  diyor, “Hayır, ayrılamayız; bir saat daha benle kal. Baş başa kalacağız.” diyorum ısrar ve heyecanla. Mavi gözlerini ikna ediyorum, daha sıkıca beline sarılıyorum,  bu kez de Galata yokuşunu çıkmaya başlıyoruz. Aklımda Taksim’e çıkmak var. “bi palas vardı, tanıdık yer. Oraya gideriz, baş başa kalırız.” diye içimden plan yapıyorum, hedef belirliyorum. Tenha bir sokakta tutkudan dayanamayıp yere yatırıyorum Aşkım’ı ve yerlerde yuvarlanarak sevişiyoruz. Bir ara, o benim üzerime çıkıyor; mavi gözleri ile üzerimde, kenarlardan açık gökyüzü ve Bulut bana bakıyor. Bu güzel an, arabanın sokağa girişi ile bozuyor; ayağa kalkıp hedefe doğru yürümeye devam ediyoruz. Yaklaşıyoruz bildiğim Palas’a doğru, yine şehvet ile dudaklarını öpüyor, kalçalarını okşuyorum. Birden mavi gözleri, gözümün önünde büyüyor; önümdeki dünya denen manzara onun mavi gözlerinden bir denize dönüşüyor, arzularımın zirvesinde, düştüğüm gözlerde coşkuya boğuluyorum.

Hazzın içindeyim; ama birden, hiç istemeyeceğim şeyler oluyor. Önce mavi gözler, kayboluyor önümde; sonra mekân ve zaman siliniyor göz perdemde. Öfkeleniyorum, “Kahretsin, bitmemeli bu buluşma. Daha kavuşamadım sana Aşkım, tek parça olamadık. Yoksa, bu bir rüya mı? Bitmesin, ne olur bitmesin!” diyorum panik içinde kendi kendime. Aşkım, elimden kayıp gidiyor ve uyanıyorum.

30 Aralık 2016 


Oda'dan

Son görüşmemizin üzerinden aylar geçtiğinden selam vermek için odanızın kapısını açınca çok şaşırdım, oda bomboştu. Hayır, bomboş değildi, temizlenmişti, sadece yerde az kullanıldığı halinden belli sabit telefon ve bir sarı çakmak kalmıştı. Hatıra kalmaya cilveli sarı çakmağı aldım.

Görüşmelerimiz, aslında isminizi tavsiye olarak öğrendiğim on yılların çok sonrasında başladı, biliyorum: Geciktim. Odayı birden boş bulunca, boş bulundum, kısa süreliğine boşa kaldım. Hissiyatımın evveliyatı, 12 Eylül’deki makro darbenin sonrasında, kendi yaşadığım mikro darbemin 1982’deki retrospektifiydi. Beklenmedik bir anda, ilk ve ana izleğimi kaybetmenin sadece naif bir tekrarıydı hissettiğim.

Ve o an, bir kez daha anladım ki ya da öğrendim, halis bir yara; iyileşmek için elzemdir belki de. Aynı beklenmedik gidiş ve boş oda görünümü; mırıl mırıl ve şırıl şırıl matemimde bu sefer şükran ve gönül ferahlaması verdi ellerime, idrakime.

Odada yaşananlar ve hayatı yaşayamamak direncimin patolojisinde güdük kalmış arzum ve devamında kendi içimizde geliştirmiş olduğumuz iletişim modelimiz. Esnaflığın asgari olduğu, neredeyse ahbaplık edercesine paylaş. Konuşarak anlaşılabilineceğini sizden öğrendim, daha bir sürü şey.   “öğrenmeye ne zaman başlayacaksın, çok yalnız büyümüşsün, ama görünür bir arzu yok, iş yapmak herkese zor, evet! Babanı sen öldürdün, bu sefer kadın senden korkmuş olamaz mı? sadece senin değil benim de şeyime kaçtı, bir çıkışın olacak ama vicdan hiç bitmeyecek, hepimiz anneciyiz, cennet de cehennem de burada!”
Günbatımı İzilenimi - Monet (Impression Sunrise-1872)
Son büyük eylem planınızın karmaşıklığında ve paranın gözü kör olsunluğunda, dedim ki” en azından hoş seda olur” siz dediniz ki “tabi ki, gök kubbemizde”. Öyle yada böyle haylaz bir münevver olarak gönlümde taht kurmuştunuz, mükemmel değildiniz, zaten kimsede mükemmel biri aramıyordu. Mükemmel, belki mabette olur. Kimse, tamamlanmasın, tarihe şerh olarak hep bir eksik, hep aralık olalım, kişiye göre.

Sizden odada kalmış çakmağı saklıyorum, hiç böyle hediye almamıştım, alanda verende kendimim, kendi kendine memnun. Çakmak elimde iken, tüm bayağı belden aşağı kalıplar aklıma geldi, “sana bir saat çakmak lazım” çocukluğumda gülmemiştim ama 1 saat önemli; iletişim biçimimiz ve çakmakla beraber manidar. Fi tarihinde “akılımda kalmasın” diyerekten hediye olarak sarı laleler ve sarı kehribar kolye verdiğim, sarı çizgili etekler  kadın aklıma geldi. Kadın dedim ama adı maalesef hala aklımda? Kadın hediyeyi almak istememişti; temiz bir hakir görüş, medenice hani Medine’den gelen. Neye niyet sarı lalelerden, kime kısmet sarı çakmağa. Derdim ve dert ortağım tütünün hamisi bu sarı çakmağı; bana karşı bitmeyen sabır ve davetinize karşılık alıyorum. Müziği, yaşamın içinde zaman ile ontik bağında hisseden gönlünüze, saygılarımla.

Yazının sonunu komiğe bağlamak hoş olur sanki:

“Hayatta şuana kadar gördüğüm en önemli fenomensiniz, yani asılında, keşke bunu bir kadına söyleyebilseydim ama fırsat vermiyorlar. A.S.’lerimini!!!” dediğimde bıyık altı gülüşünüz, ki bıyığınız yok o zaman daha bir American lifestyle oluyor, beni de hayli keyiflendirmişti. Şuanda hem “bir kadına” diyememenin hicranını (diyemedim ya laaaa!), hem de gülüşmemizin halis neşesini tek bir kapta eritiyorum. 
Sonuç: Sıkıntı yok…

Rüya Metni: Yeteneğim Keşfediliyor


Bilmediğim bir mekânda sanırım stüdyoda, ferah ve geniş bir yerdeyim, çay demliyorum. Servis hazırlıklar içerisindeyim, bardakları, fincanları hazırlıyorum, etrafı düzenliyorum, koşuşturuyorum. Yan tarafta stüdyo ya da çekim platosu benzeri alan ve içerisinde yoğun kalabalık var. Ne yaptığımı tam bilmesem de, mutfakta hazırlık yaparken, kendimi anlamadığım bir sebepten dolayı çok huzurlu hissediyorum.

Bir süre sonra, bulunduğum yere yan bölümdeki kalabalık geliyor, mekân neredeyse çarşı kalabalığına dönüşüyor. İşimi daha ileri götürmeye başlamışım, bardakları kişi isimlerine göre ayırmışım, insanlar keyifle içeceklerini içiyorlar. Kalabalık hızla hareket ediyor.

Geçiş... Yine aynı mekânda bu sefer koridorlarda buluyorum kendimi, yine ne olduğunu bilmediğim bir şeyi bekliyorum, beklerken ileri geri telaşla yürüyorum, volta atarken sabırsızlanıyorum, tuhaf bir tedirginlik içindeyim. Okan Bayülgen’in show programının yapımcısı olduğunu bildiğim bir kadını - ki nereden bildiğimi bilmiyorum - tuvalette klozete otururken görüyorum, ihtiyacını gidermiyor sadece bekliyor. Kadın da bekliyor benim gibi, kadın beklemekten yaşlanmış gibi geliyor bana, kadınla tuvalet kapısının önünde göz göze kalıyoruz, konuşmadan uzun süreler bakışıyoruz.

Yönümü değiştirip, kalabalığın arasına döndüğümde bir topluluğun benden söz edildiğini duyuyorum, şaşırıyorum, nasıl başladığını bilmiyorum. Tanımadığım showman, beni övüyor; hakkımda yeni ekran yüzü, farklı yetenek, yeni katma değerimiz v.s. gibi coşku dolu ifadelerle çevresindeki kalabalığa beni anlatıyor. Nasıl konuşulur hale geldiğimi anlamıyorum, seviniyorum, merak ediyorum. Hakkımda konuşan ufak kalabalığın içinde Jack Nicholson’da var, o da benim hakkımda heyecanlı ve güzel şeyler söylüyor, keyfim yerine geliyor. Az sonra Bayülgen’in yapımcısı kadın, yaklaşıyor bu küçük kalabalığa; evet farklı bir kişilik ama imaj bakımı olmadan ekran önüne alamayız, şimdilik sahne arkasında birikimini değerlendirelim benzeri bir şeyler söylüyor. Kadın ilk karşılaşmamıza göre daha yaşlanmış görünüyor.

Geçiş… Geniş bir arabanın içinde gidiyoruz, Jack Nicholson ve ben camdan başımızı dışarı uzatmış, konuşuyoruz. Batman filmden en sevdiği sahneyi biraz oynamasını istiyorum, sadece mimikleriyle oynuyor, sahneyi hatırlıyorum ama ilk izlediğimdeki etkiyi vermiyor, bu performans bana çok yavan geliyor, bu kadar bayağı ve kof muydu bu sevdiğim mizansen diye kendi kendime hayıflanıyorum. Sonra yolun karşı şeridinden gelen 60’lı yılların Avrupa okul araçlarını andıran sarı bir otobüsün görüntüsüne bakıp kalıyorum, otobüsün içindeki muhtemel gençlerin görüntülerini seçemiyorum ama kalabalığın gürültüsünü duyuyorum. Otobüsün kaportasındaki sarı üstüne canlı renkler gözümü keyifli bir şekilde alıyor. 

Otobüsteki kalabalığın görüntüsü ve gürültüsü çok hoşuma gidiyor, içim ferahlıyor, araç yaklaşmasına rağmen içindeki insanların siluetleri dahi görünmüyor. Otobüsün içerisi tüm parlaklığa rağmen gölge kalıyor. Gürültü arttıkça gözlerimin önündeki hareketli araç görüntüsü daha da ışıldıyor, parıltı arttıkça görüntü kaybolup ışık demetine dönüşüyor. Işıltının beyaza yaklaşmasıyla sesler, kulaklarımı zorlayan bir gürültüye dönüşüyor. Sarıdan beyaza yakınlaşan pastel renklerin hareketli görünümü içinde insan sesleri yükseldikçe neredeyse vücudumu sarıp sarmalıyor, keyifleniyorum. Ses, öfkemi dindiriyor ve ses cümbüşünde neşeleniyorum. 

Bereketten Güzellik Tanrıçasına Geçiş: Eros, Afrodit, Venüs


Bereket tanrıçasıyla, verimliliği ve üremeyi; güzellik tanrıçası ile cinselliği ve arzuyu anlıyoruz, biliyoruz antropolojik bulgular ışığında. Üreme ve cinsellik, tarih boyunca ve bugün hep iç içe geçmiş; karıştırılmış ama ontik düzlemde. Ahlak öğretileri, üreme ve cinsellik arasına sınır koyma veya disiplin altına alma yoluna gitmiş ve birçoğu ahlaksızlığı doğurmuş Nietzsche’nin dediği gibi. 


Bereket Tanrıçası


Gaia, from "Ara Pacis" Roman marble relief - circa 20-10 BC, at the Copenhagen
Gaia, Roma dönemi Ara Pacis kabartma heykeli
Arkeolojik bulgular sonucu izi, 200 bin yıl öncesine kadar giden Bereket Tanrıçası (Ana Tanrıça) inancı, tarih öncesi çağların kadim, totemik inancı idi. Bereket ve kozmogoni döngüsünü yaratan dişil Varlık olarak inanılmış; adına kültler, idoller ve ritüeller yapılmıştı. Hatta bereketine şükran ve kutsallığına rabıta için canlı canlı insanlar -erkek- kurban edilmişti. (Ana Tanrıça hakkında bir başka yazı için tıklayınız) Sümer’de İnanna, Mısır’da İsis, Anadolu’da Kibele adını alan Bereket Tanrıçası, Yunan kozmogonisinde Gaia’dır. Khaos’dan (boş uzam) ortaya çıkan Gaia, “Toprak Ana” olarak her şeyi var eden ve tüm Yunan tanrılarını doğuran ana tanrıçadır. Yunan kozmogonisinde tanrılar, Gaia’nın ensest ilişkisinden üremiştir; Gaia’nın kendinden çıkardığı Uranos, Gaia’nın hem oğlu hem de kocasıdır. Gaia, Uranos’tan olan oğlu Kronos ile işbirliği yapıp babası Uranos’u öldürür ve sonrasında Kronos’la dünyayı yani Kosmos’u kurar ve yönetir.  

Erkek Dil ve Uygarlık

Taş Devri klan topluluklarında kadınlar, önemliydi; hem üremeyi yani soyun devamlılığını sağlıyor, hem de gıdanın büyük bölümünü oluşturan bitkileri, yemişleri topluyordu. İlerleyen zamanlarda avcılık -insanın doğasında olmadığı için- ile erkekler, kendi aralarında koordine olmaya ve av aleti yapımını geliştirmeye başladı. Sembolik işaretleşmelerin ötesine geçip konuşma dilini de geliştiren erkekler, ilkel silahların mülkiyeti ve fizik gücü ile yerleşik hayatı ataerkil düzene çevirdi.
Eros, Aphrodite and Hermes - Clay tablet from Locri in Calabria, circa 475-450 BCE - at the Munich Museum
Eros, Afrodit ve Hermes - kil tablet, M.Ö. 450

Uygarlık cinselliğin keşfi ile başladı, denebilir. Peki cinsellik, üremeden nasıl ayrıldı? Bereket tanrıçasından, güzellik tanrıçasına geçiş nasıl oldu? Bu tür soruların kesin bilgisi, cevabı yok; hikâyeci tarih ve Eski Ahit üzerinden yapılan genellemeler en nihayetinde lojik değil, mitolojik açıklamalar olarak kalmaktadır. Bereket tanrıçası putlarından çok uzun zaman sonra, erkek bereket tanrısı figürü ve kültleri -Phallus (erkeklik organı) süslü Dionysos ve Hermes temsilleri- ortaya çıkar.

Eros ve Afrodit’ten Venüs’e Geçiş

Head of Aphrodite - form Hellenistic period - at the Archealogical Museum of Istanbul
Afrodit heykeli, Hellenistik dönem
Eros, Yunancada arzu demektir ama bu arzu, sadece aşk duygusunu içermez; cinselliği yani üremeden tamamen ayrılmış şehveti, tutkuyu, hazzı ifade eder. Yunanlılar için mutlak aklın (Logos) dünyada iyi ve güzel olana yer açmasıdır Eros ve bu ortaya çıkmada sanat öncüdür, zemindir. Eros, güzel şeylerin geçiciliği üzerinden ve onları aşarak; kalıcı Güzel İdeası’na ulaşma arzusudur. Mitolojide arzunun tanrısı Eros, güzellik tanrıçası Afrodit’in oğludur. Venüs ve Afrodit, aynı izleğin farklılaşmış güzellik tanrıçalarıdır. Afrodit, Yunan Polis’lerinde şehveti ve ötesinde güzelliği temsil ederken; Venüs, kozmopolit Roma imparatorluğu döneminde hem üremeyi hem de arzuyu içinde taşımıştır. 

Yunanda özgür erkeklerin arzu nesnesi kadın değil, oğlan çocuklarıdır ve Eros’a ulaşmak için yüceltilen geçici güzellik, erkek bedenin gençliği ve eşcinsel aşk olmuştur çoğu zaman. Bu isteğin açıklaması şudur; doğaya ve kadına bağımlı olmaktan azade olmuş tutkular, onları Eros’un idealine yakınlaştıracaktır. Hemcinsine karşı arzu, İlyada Destanı’nda Akilehus ve kuzeni Patroklos arasında incelikli olarak işlenir. Yunanlılar için fiziksel dürtüleri, toprağa bağımlılığı aşmanın ve aklın verdiği özgür irade ile arzu duymanın öncüsüdür Eros. Venüs’ün egemen olduğu Roma dönemde, zorunlu eko-politik sebeplerle arzu (Eros) çekilir. Kozmopolit yapının devamlılığı için toprağa bağlılık, kölelik ve sınıf ayrımı artar ve sonrasında üremeyi ve arzuyu birlikte temsil eden tanrıça Venüs doğar. Devamında gelen Meryem Ana inancı, onun pagan izini üstü örtülü biçimde dahi olsa taşır.


 The Birth of Venus - Sandro Botticelli, c. 1486, tempera on canvas. 172.5 cm × 278.9 cm - at the Uffizi, Florence
Venüs'ün Doğuşu - Sandro Botticelli, 1486







Konuşmacı: Bülent Somay
Ekleme ve düzenleme: Ahmet Usta

Rüya Metni: İlkokulumun Kapısı

Okuduğum ilkokulun beton zemine sahip arka bahçesinin ana kapısına uzaktan bakıyorum, yürüyerek kapıya yaklaşıyorum. Hemen çocukluğum ve ilkokulum aklıma geliyor, nefesim hafifçe kesilmeye, halsizleşmeye başlıyorum, derin nefes almaya çalışıyorum. Gözlerimin önünde çocukluk anılarım beliriyor. Rüyamın içinde geçmişi ve geçmişimi görmeye başlıyorum. İçim kıyılıyor, tekrar çocuk olmak istiyorum.

Gözlerimin önünde görüntüler hareketlenmeye başlıyor. Teneffüs zilinin çalmasıyla birlikte kapıdan çıkıp merdivenleri inen öğrenci çocukların içinden ben olan çocuk “Aç kapıyı bezirgân başı” diye bağırarak koşuyor. Diğer çocuklar yani okul arkadaşlarımda beton zemine doğru hızla sürüler halinde koşuyorlar, hareket ve geçmiş gözlerimin önünden geçiyor. 

Keşke o günlere dönebilseydim diyorum, üzülüyorum, pişmanlıklarım aklıma geliyor. Kapıya doğru yürüyerek merdivenleri çıkıyorum ve ana kapının önü tenhalaşıyor, içeri girmeme çok az kalıyor. Nefesim iyice kesiliyor, soluk almakta zorlanıyorum, boğulmaya başlıyorum, gözlerim kararıyor, yere yığılıyorum, uyanıyorum.
Temmuz 2012

Benim İçin Ünleme Değersin


zamanın ruhuna dâhil

olmadan ağır ve sağır bağır.


kırık hayaller çamurundan kaleler

limanlara taşıt motorlar

zemberekten boşalır

canım benim.

 

dört kitapta yazmaz

ama ben yazdım

bir’in inayetine

ben hala yaz’dım.

 

benim için ünleme değersin 

diyebilmenin Hıdırellez günündeyim.


“Yeraltı” Filmi ve Türk Sineması'nda Dostoyevski İzi



“Yeraltı” filmi, Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar” kısa romanının serbest uyarlamasıdır Türk sinemasında. 1864 tarihli adlı eserinde, birinci bölümü deneme, ikinci bölümü öykülemeden oluşan biçimde Yeraltı Adamı adlı karakteri anlatır Dostoyevski. Eser, varoluşçu felsefenin olduğu kadar psikanalizinde öncü metinlerinden biri kabul edilir hala. Yönetmenin kendi kişiselliğini, karanlık ortak sular noktasında edebiyat ve sinemayla bütünleştirdiği bir çalışmadır Yeraltı filmi. Yönetmen Zeki Demirkubuz, kendini ve insanı daha çok anlama izleği ile geliştirdiği hikâye ve mizansenlerinde kötülük, itiraf, kibir ve utanç hallerini araştırır sinema aracılığı ile. Dostoyevski’yi kendine referans olarak kabul eder ve Türk sinemasının melodram geleneğinin dokusunu derinlikli biçimlerde işleyen çalışmalarında, kişisel deneyim, merak ve korkularını mümkün mertebe beklenti sineması kalıplarının dışında kalarak ve minimalist biçimde ortaya koyar. Yıkıcı ilişkilerin ve arayışların hikâyesi Masumiyet ve devamında kendini yıkıma götüren aynı kişilerin gençlik dönemlerini anlatan Kader; gündelik çıkmazlar içinde kendilerine çıkış arayan insanları anlattığı Üçüncü Sayfa, Albert Camus’n Yabancı romanında serbest uyarlama, hiçlik duygusu içindeki kişinin muğlak yaşamını işleyen tartışmalı Yazgı, geçmişte yapılanların insan üzerinde yaratığı çatışmayı ihanet ve evlilik çatısı altında irdeleyen İtiraf, yönetmenin kendi sinemacı kimliği ile gündelik yaşamın çarpıklığını neredeyse yıllar sonrasına bırakılmış bir sosyoloji verisi biçiminde sunan Bekleme Odası, filmleriyle karanlık üzerine öykülerini anlatmıştır Demirkubuz.




Ankara’da yaşayan bir memurdur, Yeraltı filminin kahraman olamayan kahramanı Muharrem (Engin Günaydın) ve özel hayatı allak bulaktır; diğer insanlar kadar, hatta daha çok onaylanmak ve saygı görmek istemektedir, ama kendini çirkin ve berbat hisseder ayna karşısında bakarken. İnsanlara kendini kanıtlamak, sıradanlığının arkasında aklını, yeteneğini dile getirmek ve eyleme dökmek ister. Öfkeli, kindar bir insandır Muharrem; kötülüğün gücüne âşıktır ama beceremez; kendini daha da mağdur hisseder yapamayınca istediklerini. Kendisine yara olarak döner, narsistik kişiliğinin dış dünyadaki çıkışları. Akıllı bir adam, kendine karşı acımasız değilse gururlu da olamaz." sözde ilkesidir Muharrem’in ama ekseriyetle sözünün arkasında duran tavırları yoktur. Dünyaya bir amaç için gönderilmiş, fakat o amaca uygun yaşamadığı için öfkelenmiş gibidir; değişim ve değişiklik ister; isteklerinin ne olduğu tam olarak bilmese de olmalarını ister, sanki. Ne yaparsa yapsın hep sıkılır. Eve gelen gündelikçi kadının hayatını zindan eden yatalak komşu uluyan, megafonda sesi duyulan ama kendi görülmeyen delidir. Bu uluma, Muharrem’e zevk almak için ilham verir, o da ulumaya başlar hem de insanların önünde. Bu arada, kadına komşuyu öldürmesini tavsiye eder. Zorla kendini davet ettirdiği arkadaşlarının yemekli toplantıda hesaplaşmak ister, en çokta Cevat ile. Ona göre Cevat, başkalarının emeğini ve hikayelerini çalan bir yazar, yalancıdır. Yemeğin ortasında ayağa kalkarak ona ve yanındaki arkadaşlara kendine göre haklı öfkesini dile getirir Muharrem. İtiraf ve hakaret biçiminde devam eden it dalaşı sonunda, tartışma alevlenir. Fakat burada yönetmen bir sinema hilesine başvurur, aslında içinden geçenleri tam olarak söylemez Muharrem, söylemiş gibi gösterilir. Sonrasında içki ile kendinden geçer ve arkadaşlarını mat etmek için ayağa kalkıp nutuk atar, bu arada Dostoyevski’den alıntı yapar: “Gerçek, tüm egoların üstündedir.” Gecenin devamı onun için zehir olur, komik durumlara düşer hatta. Otel koridorlarında atarlanması ve “ hepinizden nefret ediyorum” diye bağırmasının karşılığında aldığı cevap, ayakları altından patates gibi ezilmektir güvenlik görevlilerinin. Arkadaşları ile buluştuğu akşamın ertesinde tanıştığı fahişe ile aralarında ilginç bir diyalog ve ilişki geçer, ki bu bölüm romanda çok daha uzun ve önemli yer tutar, ölümden ve ölüm korkusundan konuşular. Hırlayarak yüzüne baktığı seks işçisinden hazırladığı ufak oyuna katılmasını bekleyecek kadar delidir.

Dostoyevski’nin anlatı dünyası: Evrensel roman yazarıdır Dostoyevski. Evrenseldir çünkü neredeyse tüm eserleri insanlık halinin veçhelerini çok sesli karakterlerle ve derinlikli gerçekçi betimlemelerle sunar okuyucuya. Eserlerindeki temaları, yazar olarak kendi düşünceleri ile cevaplamaz; hayatın içinde olabilecek tüm kişilikleri, diyalojik söylem ve karşıt eylemleri ile gerçekliğin bütünlüğü içinde serimler. Modern dünyada insan ile Tanrı arasındaki ilişki, geçmişte kalsa olsa dahi ki bu, trajik olandır, trajedinin bitmeyeceğini anlatır bize, ontolojik düzlemde. Çoğunlukla, modern insanın trajik konumunu, dünyanın adaletsizliğini, daha ötesinde Tanrı’nın insanlığa karşı sessizliğini dert edinir Dostoyevski. Dostoyevski üzerine en önemli çalışmayı yapan Mihail M. Bahtin, Yeraltından Notlar’ın atipik kahramanı için şunları söyler: “Bir itiraf romanıdır. Yeraltı İnsanı’nın itirafı, aşırı ve keskindir. İç ses, hep öteki ile polemiğe girişir, diyalojik tersine dönüşler gerçekleşir. En korktuğu şey, insanların onun bir başkasına karşı kendisini küçük düşmüş hissettiğini, birisinden af dilediğini, kendi kendisini onaylamak için bir başkası tarafından kabul görmeye ihtiyaç duyduğunu düşünmeleridir. Ötekinin fikrinden korktuğunu düşüneceğinden korkar. Onlar hakkındaki her düşüncesinde seslerin, bakış açılarının savaşı vardır. Yadsımayla tam da yadsımak istediği şeyi onaylar ve bunu bilir. Kendisi ile uzlaşamaz ama kendisiyle konuşmaktan vazgeçemez de. Dolayısıyla kahraman, özbilinç ile söylemin sıkışıp kaldığı kaçınılmaz döngüde hapsolur. Söylem belirgin olarak siniktir, hesaplı olarak siniktir, ama kederlidir de. Saf budalayı oynamaya çalışır. Aynı zamanda ideologdur, dünyaya dair söylemi polemikçidir. Tıpkı bedenin kendi gözünde kesintiye uğramış bir şey haline gelmesi gibi, algıladığı haliyle dünya, doğa ve toplum onun tarafından kesintiye uğramış olarak algılanır.”

Yeraltı Filmi by Demirkubuz

Elalem ne der” duygusunun pençesine düşmüştür Muharrem, ötekinin sesi ve gözü altında ezilir, az çok hepimiz gibi, ama onun hali, daha keskin ve yıkıcıdır. Öteki olan elaleme karşı “buradayım ve haklıyım” demek ister. “Biz de buradayız, sen hiç değişmeyecek misin” benzeri yanıtlar alır; sonrasında becereksizlikleri karşısında kendine nereyse estetik bir çıkarım ararcasına, budalalığa verir ve elaleme güldürür kendini. Muharrem, film boyunca elinde patates tutar; Filmde patates, sadece patatestir. Sinemada bir şey, sadece bir şeydir. Metafor olarak düşünülürse patates, şekil olarak Muharrem’in amorf kimliğini yansıtır sanki. Fahişe kadınla görüşme ve benzeri bir dizi deneme ile Muharrem, fizik doyum yâda anlık gerginliğin geçiştirilmesinin mümkün olmadığını, şizoid haliyle bile idrak eder. Atomize olmuş benliği üzerindeki kaygı, hatta yas durumunu aşmak ister. Kibir ile aşağılık duygusu arasındaki benliği, kendini kendine oynadığı ip cambazlığı; döngüseldir. Muharrem’in benliği, iç-dış nesneler dünyası iletişiminde parçalanır, ama yine de yarılmış bilinci ile gerçekliğin oldukça farkında ve içindedir. Eylemsizlik hallerinde ulur, hırlar, garip sesler çıkarır Muharrem. Kendi başının belası olan gururuna yenik düşer, bocalar, çıkış aramakta daha doğrusu çıkış da aramayıp, yaşadığı gerçekliğe yenik düşer. Dünyanın anlamına, kendinin haline bir türlü vakıf olamayan benliği, doğal savunma mekanizması olarak bilincini ve dünyayı var eden dilin öncesine, ilkel ve ilkesel döneme gerileyerek ile bilmediği ama hatırladığı oral dönem benliğinin huzurunu imler. Bilmediği ama hatırladığı, kayıp nesnenin bilgisinin yeniden üretimini ulumak, hırlamak ve paranoid-şizoid performans ile gösterir. Hırlamak, onu dindirir.

Yeraltı Filmi by Demirkubuz

Film bir noktadan sonra, Muharrem’in algısı ile gerçekliğin mizanseni arasında, hangisinin gerçeklik olduğu noktasında seyirciyi muğlâkta bırakır. Yine de izleyici gözünde, filmin kurgusu, karakterin zihin bölünmesine ve izlenimine rağmen, epizodik kopukluklara dönüşmez ve mizansen edilen minimal gerçeklik kendini korur. Yönetmen, önceki filmlerinden farklı biçimde, ışık ve kurgu denemeleri ile ana karakterin karmaşık varolma çalışmasını, orada olma arzusunu bazen anlatı savrulsa da filmin sonuna kadar işler. Yönetmen izleyici beklentilerini, bir parça kenara koyup; gündelik hayat ve hiçlik duygusu arasında sıkışmış Muharrem’in habitatına olabildiğince sıfır noktasında yaklaşmak için, yeni teknikler kullanır. Yönetmen, kendi sinema ustalığını yıkarak; kendinin çırağı olmanın ahlaki-estetik özgürlüğünü ortaya çıkarır. İkiye bölünmüş bilincinin kendisi ile diyalogu halindeki iç sesleri; gündelik gerçekliğin etkisi mi, yoksa duygusal kopuş mu olduğunu, belirsiz ara bölgelere doğru evrilir. Gerçekliğini aşmak ya da bükmek ister ama beceremez; yavaş yavaş var olagelen gerçeği, yenik düştüğü için suçluluk duyar. Eski dostlarına öfkeyle patlayıp sırtlarına çıkmak isterken, güvenlikçilerin ayaklarının altında kalarak midesinin bulanması; yaşlı komşuyu öldürmesi için gündelikçi kadını azmettirmesi ama planın tepe taklak olması gibi dramatik aksiyonlar, karakterin gerçeklikle ilişki kurmaya çalıştığında tökezlemesini, tercihlerinin çıkışsız kalmasını gösterir.

Son sahnede, zulme uğrarcasına tecrit edildiği hissiyatındaki Muharrem görülür; kapı kapanma sesiyle film sonlanır ve filmin nihai amacı kışkırtma, estetik deneyim olarak finalde gerçekleşir. Sonunda Muharrem, ki en başında da öyledir aslında, Varlık’ın içine bırakılmışlığını değiştiremeyeceğini veya bir kaçış bulamayacağını kabul eder sanki. Zaten, esin kaynağı metin, ”Ben, hasta bir insanım… İçi hınçla dolu, berbat bir adamım.” itirafı ile başlar. 

Ahmet Usta
Psikesinema dergisinde yayınlandı.