Platon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Platon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Aristoteles ve Sanat: Mimesis, Katharsis, Poetika ve Güzel


Poesis ve Poetika
Platon, sanat objelerini, taklit nedeniyle İdea’ların eksiltili ve kusurlu kopyaları olduğu için estetik yanlarına rağmen önemsiz; hatta insanda pasif duygular geliştirdiği için -özellikle şiir- sakıncalı görürken; Aristoteles, sanatı, insan varoluşunun zemini, hakikatin yansıması ve varlığa gelme alanı olarak açıklamıştır. Sanat hakkında görüşlerinin temeli “Poetika” adlı eseridir, ayrıca “Metafizik” adlı kitabında sanatı ve meydana gelmesini epistemik kökeniyle işlemiştir. Poetika’daki sanat kuramı, şiir ve özellikle tragedya üzerinedir. Tragedyada estetik hazdan önce, ahlaki etki önemlidir ve “Yüce” olanı sorgular sanat eserinde. (Tragedya ve Poetika hakkında bir başka yazı için tıklayınız)

İnsan olmanın üç edimi olduğunu söyler: bilme (episteme), eyleme (praxis), yaratma (poesis). Yaratma (poesis) ile ortaya çıkan poetika dır. Poetika, teknik beceri ile iyiyi ve güzeli ortaya çıkarma amacındaki “yapma-yaratma” eylemidir. “Sanat, akıl tarafından belirlenen amaçların gerçekleşmesini, varlığa gelmesini sağlayan bir yapma-yaratma yetisidir.” der Aristoteles. Poetika, insan el emeğinin (tekhne) müdahalesi ile doğanın nesnesinde bulunan özün, gücün (dynamis) yeni bir form içinde görünüm kazanmasıdır. Sanat eseri, maddenin form ile dönüşerek, gerçekliğe dahil olmasıdır. Toprak maddesi, tuğla formuna dönüşür; tuğla maddesi duvarda başka bir forma evrilir. Sanatın ortaya çıkmasında iki temel neden vardır Aristoteles’e göre: insanın taklit etme dürtüsü ve taklit edilmiş şeylere karşı duyumsanan hoşlanma duygusu.


Mimesis

Sanatın kökenini Mimesis (taklit, öykünme yetisi) ile açıklar Aristoteles. Mimesis’i meydana getiren kuvvet, insanın doğal yatkınlığından ortaya çıkar. Şöyle der: “Herkesin hem taklit etmesi, hem de taklitlerden hoşlanıyor olması, çocukluktan itibaren gelişen bir özelliktir. Çünkü insan, taklit etmeye en yatkın canlıdır ve öteki canlılardan bu bakımdan ayrılır ve ilk bilgilerini taklit yoluyla edinir. Bunun kanıtı ise eserlerde ortaya çıkan durumdur. Resimlere bakmaktan zevk almamızın nedeni, bakarken öğrenmek ve her birinin neye ilişkin olduğu konusunda sonuç çıkarmaktır. Öğrenmek, yalnızca filozoflar için değil, diğer insanlar için de en haz verici şeydir.” Bilen insan (homo sapiens) taklit ederek dil öğrenir, bilgiyi aktarır. İnsan ve tarih, mimetik iç tepinin bağlarından kurulmuştur.
Mimesis, öykünen özne (sanatçı) ve nesnesi arasında vuku bulur. Peki, mimetik şey nedir? Nesneye yönelen özne, onu üç durumda taklit edebilir. 1- Nesne ne ise, o olarak 2- İnsanların nesneye dair inanç ve duyguları ne ise, o olarak 3- nesne nasıl olması amaçlanıyorsa, Güzel İdea’sına nasıl yakınlaşmak isteniyorsa, o olarak. Yani sanat; gerçek, mit ve ideal -olasılık olarak- üzerine inşa edilebilir. Sanatın objesini, ne ise o olarak yani gerçeklik ile taklit etmeye atlet heykelleri, portre resimleri örnektir. Ama Myron’un “Disk Atan Atlet” heykeline baktığımız zaman; hem doğal gerçeklik, hem mitik inanış, hem de görünür hale getirilmek istenen ideal uyum, ahenk ile birlikte tek bir yontu üzerinde sanatın tüm izleğini görmek mümkündür. Ne ise o olarak taklit eylemini, sadece kopyacılıktan, zanaatçılıktan sıyırıp; etik ve estetik düzleme taşımak ister ve sanatı, idea’ların izlerinin fenomenler dünyasında form kazanması olarak görür Aristoteles ve idealisttir. Bu sebeple gerçekliğin yanı sıra “olması lazım gelen”, “imkânsızlık” ve “akla aykırılık” kategorilerini de sanatın, poetika’nın amacı sayar.
Ortaya çıkacak sanat, gerçekliğin ve doğanın üstündedir ve ideal olanın yansısıdır ona göre. İdeal olana yönelmiş mimesis, realite içinde olmayan imkânsız ve saçmayı nesnenin formuna yansıtmalıdır. Ereğine uygun ama realite içinde imkânsız (a dynatos), imkânın yokluğunda ideale yönelmiş olarak ortaya çıkan eser, sadece ideal olarak bile realiteden üstün ve değerlidir Aristoteles’e göre. Mimesis, erekliliği içinde, nesneyi olması istenene taşıdığı, idealize ettiği zaman; sanat, bize doğanın fiziğinde henüz ortaya çıkmamış varlıkların yetkin formlarını (eidos-hyle) verdiği, görünür kıldığı için realiten üstündür. İmkânsız ve saçma olanın eserde görünüm kazanmasının, kamunun görüşüne (izleyici) sunulmasının; logos’u geliştireceğini, etik düzlemde iyi olana bağlanıp, iyi olduğu içinde güzeli yansıtacağını söyler.


Katharsis

Eski Yunancada kötü ve zararlı maddelerin vücuttan atılması anlamına gelir Katharsis, aynı zamanda etik ve dini edimlerin amacı olarak “ruhsal temizlenme ve arınma” anlamı taşır. İnsanda birikmiş aşırı duyguların hatta dürtülerin akıtılması, boşaltılması ve saflaştırmasıdır. Mimesis ile ortaya çıkardığı eser, seyircide meydana gelen haz, acı ve benzeri duygulardan arınma (katharsis ton pathematon) ile tamamlanmalıdır Aristoteles’e göre.
Sanatı, estetikten önce etik (ephos) içinde değerlendirir ve özellikle tragedyanın temel işlevinin arınma olduğunu düşünür ve şöyle der: ”Tragedyanın ödevi; uyandırdığı acıma ve korku duygularıyla ruhu, tutkulardan temizlemektir.” İzlemenin hatta görmenin vereceği katartik etki sonucu, seyirciyi yani Polis yurttaşının duygusal olarak iyileşmesini, uyumlu hareket etmesini amaçlamıştır Yunanlılar. Aristoteles seyircide kathartik etki oluşturması için tragedyanın realitenin dışına çıkan mimesis sunması gerektiği söyler; bu sebeple asil kahramanlar, belirsiz kader ve şiirsel dil kullanılmalıdır. Diğer sanat eserlerini de, örneğin müzik, bu bağlantıyla açıklar: “melodilerin tesiri altında ruh boşalır, temizlenir (katharsis) ve rahatlar. Temizlenme veren melodiler, bütün insanlara saf zevk verir.” Sanat etkinliğinde, mimesis sebep; katharsis tepkidir.

Aristoteles’te Güzel

Metafizik’te “Güzel” için şöyle der Aristoteles: “Güzel’in en üstün formları yasalara uygunluk, simetri ve belirlenimdir.” Güzel, evrensel matematiğin formel yasalarına uygunluk içinde, simetri ve uyum gözeterek, tek tek parçaların bütünlük oluşturduğu bir harmoni zemininde ortaya çıkar. “Güzel, düzen ve büyüklüğün içinde bulunur.” der. Güzellik düzen, sınırlılık ve parçaların uyumlu biçimde birleşmesinden doğar. Arınma ile ortaya çıkacak denge, antik Yunan’da aklın (logos) izleği yolun ve sağduyunun ön koşuşudur çoğu kez. Yunanlılar için iyi, güzeldir veya güzel olan iyidir. İyi olup da güzel olmayan yâda güzel olup da iyi olmayan şey, onlar için değersiz, hatta geçicidir. Sanatın güzellik ereğinin, aynı zamanda “en iyi”yi yapma-ortaya çıkarma amacı taşıması gerektiğini düşünür ve şöyle der: “Sanat, doğanın yarım kalmış mükemmelliğinin tamamlanmasıdır.” 


Yunan Tarihi ve Sanatı: İdea ve Güzel, Atina ve Altın Çağ, Apollo ve Dionysos


Logos ve Yunanlılar

Arkaik sanat, pagan inanışların ve özellikle kozmolojinin etkisinden neşet ederken; Antik Yunan sanatının oluşumu, mitos’dan logos’a doğru ilerlemeyle açıklanır genellikle. M.Ö. 7. yüzyıldan itibaren Ege havzasının aldığı evrimleşme ile mitik-pagan inanışlardaki değişim, temsil ve sanat pratiğine yansır. Ve devamında ayrılır, kutsal olan ile temsil. Logos dil, akıl ve bilim gibi birçok anlamı içermekle beraber, öncelikle derlemek ve kalıcı hale getirmektir. Kalıcı yapılar kurmaya yönelir Yunanlılar, güzelliği ortaya çıkarmak için. Göze gelen, beğenilen, estetik duyum olarak algılanan güzellik; Yunan insanı için ölüm ve doğa ile mücadele etmek hatta karşısında durmak hissine geldiği için önemliydi hayatında. Yunan kültüründeki sıçrama, hem teknik hem de estetik olarak özgündü ve tarihin sonraki dönemlerde birçok felsefe-sanat hareketleri, hep o dönemin yani Altın Çağ’ın biricikliğini anlamak, izini sürmek hatta yeniden kurmak istedi.
Afrodit'in doğuşunu gösteren heykel panel, "Ludovisi Tahtı" olarak da bilinir, M.Ö.460


Arkaik Yunanlılar Kimlerdi?

Yunanlıların kökenini oluşturan Neolitik çağ halklarının nereden geldiğine dair kesin bilgi yoktur. M.Ö. 2000’li yıllardan itibaren Asyatik-Germen kabilelerin, Ege’deki halklar ile karışıp üstünlüğü ele geçirdikleri düşünülür. M.Ö. 1400-1150 arasında istilacı Akhalar, yerleşik hayata geçerek kendilerinden önceki Girit medeniyetinin üzerine kendi şehirlerini, ticaret kolonilerini ve Miken krallıklarını kurar. Sonrasında yine kuzeyden gelen Dor kabilelerinin istilasıyla Akha Uygarlığı yıkılır. Savaşçı Dorlar, Sparta; İyonlar ise, Atina şehrini kurar. M.Ö. 11 ile 8. yüzyıl arası Ege bölgesi “Karanlık Çağ” olarak anılır ve bu döneme ait hiçbir yazılı belge bulunmamıştır, sadece çok az sayıda arkeolojik kalıntı vardır günümüze ulaşan. Akhaları (Miken) ataları olarak kabul eden Yunanlılar, “Kahramanlar Çağı” dediler onların dönemine.

"Mask of Agamemnon" - made in Gold, circa 1550-1500 BC
"Agamemnon Maskı" - altın, M.Ö. 1550-1500BC
Homeros ve Heredot’un tarihçilikten çok hikâyecilik, masalsılık ile anlattığı arkaik dönem;  İlyada, Troya Savaşı ve Kral Agemmemnon anlatısında işlenir. Ama Akhalar ve kahramanlık çağına ait bulgu değil, sadece mitos vardır aslında. Dönemin tarihi, yazı olmadan sözlü anlatılarla kuşaklara aktarıldığı için, Troya savaşı olmasa bile ona benzer bir savaş yaşamıştır sanki Akhalar. Kaybolan yazı, farklı kaynaklardan türetilerek, M.Ö. 750’ler de tekrar ortaya çıkar. Harflerini, yazı düzeneğini Asya’dan ve Fenikelilerden alan Yunanlılar, sesli harfler yaratarak geliştirir alfabeyi, yazı dilini. Karanlık Çağ’da Balkanların büyük kısmında bazen göçmen, bazen yerleşik hayat sürmüş Akhaların, proto-Türkler olduklarına dair yorum ve bazı bulgular görmezden gelinmektedir hala. Miken yazı-işaretlemesinin Fenike alfabesiyle alaşımı olan Yunan dilinde, Asyatik kökenli olduğu kanıtlanmış semboller, harfler vardır ve bugün Batılı akademisi, tarihi tarafından kapsam dışında tutulur. Ve daha çok Semitik dil-kültür içinde Mezopotamya ile Yunan arasındaki ilişki önemsenir Kıta Avrupası’nda. Sonuç olarak Yunanlılar ırk değil, sadece kültür olarak vardır antik dünyada.


Colossal Kouros of Samos - height 4.75 m, marble from Sanctuary of Hera in Samos Island,  Archaic Period, circa 590-580 BC
Samos Kouros'u - boy 4.75 cm, m.ö. 6. y.y.

Atina, Ganimet, Perikles, Altın Çağ, Köle, Artık Birikim

Antik Yunan kültürünün M.Ö. 776 yılındaki Olimpiyat Oyunları ile başladığı kabul edilir. Olimpiyatlar şehirlerin katıldığı birlik olma halidir aynı zamanda. M.Ö. 750'lerden itibaren Yunanlar şehir devletleri (polis), denizcilik ticareti ve hatta korsancılık ile güçlenir. Başta Atina şehri olmak üzere Yunanlıların ekonomik, refah koşulları oldukça ilerler ve M.Ö. 6. yüzyıla gelindiğinde Sparta, Korint ve Tebai şehirleri de Ege’nin diğer önemli merkezleri olur, fakat Atina ile Sparta arasındaki askeri-ekonomik rekabet nedeniyle sonu gelmez iç savaşların. Yunanlıların altın çağı, ticaret ve savaş ganimetleriyle oluşan birikimin, köleci eko-toplum düzen içinde maksimize edilmesidir esasında. M.Ö. 490 yılında Maraton Savaşı ile güçlü Persleri yenerler ve Ege denizinin tüm kıyıları Yunanlıların hâkimiyetine geçer; sonrasında Pers saldırılarına karşı koymak için, Atina`nın önderliğinde “Atttika-Delos Deniz Birliği” kurulur birçok şehrin katılımıyla. Birliğin hazinesi, Atina’ya taşınır ve sanat-felsefe alanında kalıcı eserlerini bu maddi zenginlik içinde üretir Atina. Batı Dünyasının kendisine milat kabul ettiği “Helen kültürü” bu dönemde yaşanır.

“Demokrasiyi Yunanlılar keşfetti” sözü bugün için anlamsızdır; çünkü antik Yunan’da Demokrat (demos-yurttaş) olmak sadece, çalışmayan ama gelir sahibi  özgür erkeklerin sahip olabileceği haktır ve bu haktan sadece nüfusun %10’u yararlanır. Antik Yunan kültürü, Oligarkların yani artık birikime sahip ailelerin düzenidir ve Platon, ideal devletini anlatırken meşrulaştırır sınıf ayrımını. M.Ö. 5. yüzyıl ve Komutan Perikles dönemien parlak günleridir Atinalıların, ekonomik kazanımlarını ve serbest zaman faaliyetlerini, mimari başta olmak üzere sanata ve felsefeye yöneltirler. Perikles döneminden sonra Atina ve Sparta arasında Peloponez Savaşı çıkar M.Ö. 431’de ve 27 yıl sürer; ardından Sparta, Attika’ya hâkim olur ama Makedon İskender’e kadar kaos bitmez Ege coğrafyasında. Modern Batı dünyasının öykünüp adına “Yunan Mucizesi” dediği dönemin (M.Ö. 520-430) temelinde; ekonomik birikim ve “mutlak özgürlük” kavramı vardı.  Yunanlılar için özgürlük, madden bağımsız olmaktı. Çalışmamak idi, özgürlüğün ilk şartı. Tarihte ilk köle pazarı, Sakız Adası’nda kuruldu aynı dönemde. Yunanlı özgür insan, çalışmayan ama çalışan kölenin emeğinden geçinen toprak sahibi idi ve şanslı ailelerin mensubu olarak toplardı artık birikimi. O, emekten ve topraktan uzaklaşarak kendine ayırdığı serbest zamanını; bilmeye ve sanata yöneltti.

Aydınlanma Çağı felsefesi ve özellikle Alman Romantik hareket, eserlerinde hayranlıklarını ifade etmişlerdi klasik dönem Yunan kültürüne. Schiller, Yunan estetiğinin ideal insanı sunduğuna inanır: “Sanatın bütün çekiciliğini, bilgelikle birleştiren Yunan tabiatı... Yunanlılarda akıl ne kadar yükselirse yükselsin, arkasından daima maddeyi istekle çekiyordu; onu ne kadar ince ve kesin olarak ayırıyorsa da asla parçalamıyordu.” Hegel’e göre, derin düşünme ile öz-bilincine doğru evrilen ve eyleme yönelen Yunanlılar, bitimli isteklerini aşarak insansı isteklerini yansıtmıştı heykel, tapınak ve tragedyada.

Apollo ve Dionysos

Apollo akıl, denge ve ışığın tanrısıdır. Işığın tanrısı, logos ile biçimi bir araya getiren sanatın da tanrısıdır. Nietzsche’ye göre Apollonik sanat bakışın, güzelliğin ve görünümün alanını sınırlar. Dionysos geçmişin etkisiyle acı ile coşkuyu bir araya getirir ve sınır-ölçü tanımaz çoğunlukla. Diyonizak sanat, aile-klan bağlarından, şiddet ve dürtü istençleri üzerinden insanı etkiler tıpkı şenliklerindeki müzik, dans, esrime ve ilahi gibi. Yunan sanatını şöyle açıklar Nietzsche: “Yunanlılar, kendilerine ve sanata kaynak olarak iki tanrı çıkarmışlardır; Apollo ve Dionysos. Bu inançlar, sanat alanında çatışırken ve yan yana yol alırken; sadece bir kez o da Hellen istencinin zirvede olduğu, Attika tragedyası denilen sanat yapıtında kaynaşmış üslup farklılıklarıdır.” Apollonik ve Diyonizyak olan; akıl ile içgüdü ve şehir ile kır hayatı geriliminde kombine olmuştur antik dünyada.


İdea ve Güzel Platon ve Aristoteles

Yunanlılar, başta Mısır medeniyetiyle olan eko-kültür bağlantılarını geliştirip zanaatçılıktan sanatçıya dönüşen kimliği ortaya çıkardı zaman içinde. Güzelliğin ideal yansımasının eşyada neşet etmesini istiyor, arıyordu Yunanlı sanatçı. Güzellik ve ışık, ontolojik zeminin izi olarak yontularda, tapınaklarda arandı. Arkaik dönemdeki hakikatin imgesinin, surete ancak izi ile yansıyacağını asla görülemeyeceğini söyleyen hâkim inancı yıktı YunanlılarGörünür olanın, hakikati yansıttığını düşündüler çoğunlukla. Bu sebeple güzelliği, görünür kılmayı hedeflediler yaşamın tam ortasında. Geçmişleri, kendileri ve zaferleri için övünç duyacakları tapınaklar yaptılar ve böylece ortaya çıktı Parthenon.
"Temple of Parhenon" at the Athens - from ancient Greek, circa 447-438 BC
Parthenon Tapınağı, Atina - M.Ö. 447-438 

"Discobulus" - original bronze statue by Greek Myron, circa 450 BC, after Roman copy
"Discobulus" Disk Atan Atlet - yontucu Myron, orginal M.Ö. 450

Platon’a göre güzel, sadece Güzel İdeası’nda vardıSanat eserlerini, mimetik (doğaya öykünen) taklit ürünü oldukları için idea formlarından uzak buluyor, hatta küçümsüyordu Platon. Güzel, bir başka nesnede ortaya çıkamaz, kendinden başka şeyde görünemezdi. Güzel ve onun güzelliği, mutlak ve kendinde kalacaktır İdea öğretisine göre. Aristoteles ise sanatın, idea’nın ideal dışavurumunu sağladığını söyler. Onun için bilgi gibi sanatında özü, dış dünyada ve doğadadır. Varolanların dışında aşkın ve kendinde ideaları değil; insan emeği ile şekillenen gerçekliği savunur ve sanat, iç nedenlerini dış koşullarına yansıttığı sürece, güzellik ortaya çıkacaktır. Sanatın öyküsünü ve amacını şöyle açıklar Aristoteles: “Yarım kalmış doğanın, ideal formlar ile tamamlanması

Bugün, Antik Yunan’da ortaya çıkan güzellik anlayışı ve sanata bakış, bir yönüyle dayatma olarak sürüyor modernite içindeSanat eğitimine  “güzel sanatlar” diyerek sınır çizen klasik anlayış, aslında ölümlülük ve çürüme gibi sanatı ortaya çıkaran ontolojik arayışları, işlikleri daha başından kendi biçim-içerik dayatmaları ile sınırlıyor çoğunlukla. Düşünce-deneyim, hala Yunan idealinin beğeni kasnağı içindeki biçemlerle anlaşılıyor, sıfatlarla yargılanıyor. Batı sanat sektörünün kabullendiği Yunan paradigması domine ediyor alttan alta sanatın pratiğini ve öncesinde imgesini. 


Kral Oedipus ve Oedipus Kolonos'ta


Sokrates, Platon ve İdea Öğretisi

Sokrates’in Atina’ya geldiği dönem içinde tragedya yazımı sona ermişti. Sokrates’ın öğrencisi Platon, “Sokrates’in Savunması” adlı eseri ile tragedya çağını bitirmiş, felsefe dönemini başlatmıştır. Platon’un “idea öğretisi”nde insan, akıl ile ideaların özüne uygun hareket ederek iyi, doğru insan olur. Platonik düşünceye getirilen en önemli eleştiri, aklı ve bilimi amaç olarak görmesine rağmen, sınıflı toplum yapısını meşrulaştırmasıdır.

Trajik Unsur

Apollonik idea’ya göre insanın, ideal biçimini ancak rüyalarda ve heykelde görebiliriz. Dionysoscu inanışa göre ise doğmuş olmak, insanı bütünlüğünden koparmıştır; eğer insan doğmuş ise sarhoş olması gerekir. Trajik olan insan için, birey olmaktır. Birey olan insanın bütünlük içinde yaşadığı gerilim trajiktir. Tragedya kahramanları, genellikle trajik bilincin ağırlığı altındadır ama “ölümü istemek” anlatının hedefi değildir, yaşam olumlanır. Nietzche’nin açıkladığı biçimde Apollonik ve Dionysoscu imge iç içe geçerek, tragedyanın ve kahramanlarının oluşumuna temel kaynak olmuştur. Her tragedya, trajik unsurlar ile yazılmamıştır, ilk tragedya olan “Persler”  trajik unsurları değil, dönemin içinde Perslerle olan savaşı anlatır. Ama tragedya formunu, etkileyici, cazip ve iç kavurucu olmasının nedeni, trajik unsurdur. Modern dünyada, trajik olanın deneyimi, iki dönem içinde yaşanır: gençlik ve orta yaş. İnsan, gençlik ve orta yaşlılık döneminde, yaşam koşulları karşısında seçim yapmak zorunda kalır. Genç insan, ya yola çıkmalı ya da yuvada kalmalıdır.

Kral Oedipus ve Hikâyesi

Sofokles’in Kral Oedipus tragedyası, hakkındaki kehanetin gerçekleşmesini önlemeye çalışan bir kahramanın kaderine yenilmesini anlatır. Kral Laios kendi geçmişindeki laneti, oğluna taşıyan bir babadır. Kehanete göre: ”Kralın bir oğlu olacak, oğul büyüdüğünde öz babasını öldürüp, öz annesiyle evlenecektir.” Efsanenin psikanaliz açılımı ve önemi, babanın çocuğunu öldürme arzusudur.
Kâhinden, kehaneti öğrenen Kral Laios, baba olunca çocuğunu kehanet korkusu ile öldürmek ister ama kraliçe razı olmaz. Kraliçe, kraldan gizli olarak, cellâda çocuğu uzak bir yere bırakması söyler, cellât çocuğu ayaklarından ağaca asıp uzak bir diyara bırakır. Yoldan geçen çobanlar, çocuğu kurtarırlar. Ağaçta asılı kalmaktan ayakları şiş kalan çocuğa “şişik ayak” anlamına gelen Oedipus adını verirler. Çobanlardan biri, yaşadığı şehrin kraliçesinin çocuğu olmadığı için, onu saraya görür. Kraliçe çocuğu kabul eder ve Oedipus’u öz evladıymış gibi büyütür. Çocuk ergenlik çağına girdikten sonra, Delpoi Kâhininden, gelecekteki kaderini öğrenir. Kral ve kraliçeyi gerçek ailesi sanan Oedipus, kehaneti bozmak ve kaderini değiştirmek için şehri terk eder. Oedipus, bir gün yolda çıkan çatışmada, bir başka şehrin kralı olan tanımadığı öz babası Kral Laios'u öldürür. Kehanet gerçekleşmeye başlamıştır. Oedipus daha sonra baba ocağı, Thebai'ye gelir. Bu dönemde şehre korku salan Sfenks adında bir canavardır ve halka zor günler yaşatmaktadır. Canavar, sorduğu bulmacaları bilemeyenleri acımasızca öldürmektedir. Oedipus, korkusuzca Sfenks’in karşısına çıkar. Oedipus akıllı, güçlü ve yenilmezdir.
Sfenksin sorduğu bilmece şudur: "Önce 4, sonra 2, sonra da 3 ayaklı olabilen nedir?" Oedipus "İnsan" cevabını vererek soruyu bilir, cevap karşısında çaresiz kalan Sfenks, kendini uçurumdan aşağı atar. Bu olay Thebai şehrinde büyük bir sevinçle karşılanır, zaten kralsız kalan şehir halkı, Oedipus’u kral yaparlar. Kral Oedipus, Kral Laios öldüğü için dul kalan kraliçe, yani öz annesiyle bilmeden evlenir. İkisi de gerçeğin farkında değildir. Anne ve oğlunun bilmeden yaptıkları bu evlilikten dört çocukları olur. Bu duruma çok öfkelenen Eski Tanrılar, kentte veba salgını başlatırlar. Çaresiz kalan Oedipus, felaketin nedenin öğrenmek için bilge büyücüye danışır. Öz babasını öldürüp, öz annesiyle evlenmesinin neden olduğunu söyler Bilge. Kehaneti bozmak isterken, kaderine yenildiğini anlayan Oedipus, gerçek ile yüzleşmek zorunda kalır. Annesi olan kraliçe, gerçeği öğrenince kendisi asar. Annesini ölüsünü gören kral, annesinin elbiselerinin üzerindeki iğnelerle gözlerini kör eder. Şehirdeki felaketin sebebi Oedipus, Kolonos’a sürülür. Son günlerinde yanında hem kardeşi, hem de kızı Antigone vardır. Sofokles’in üçlemesinin diğer iki eseri, Oedipus Kolonos’da ve Antigone’dir.

Oidipus Kolonos’da

Oidipus tragedyasının devamı olan eserde Oedipus, kızı ve aslında kardeşi olan Antigone ile kendisine gömülecek yer, sadece toprak aramaktadır. Hiçbir yer kabul etmemektedir onu ve en sonunda Kolonos şehrine gelir. Yollara düşen Oedipus, artık ölümlülüğü kabullenmiştir; özgür ve bilge insandır ama Dionysoscu hakikat, sonunda kendini ona kabul ettirir. Tragedyanın sonunda doğru ve kader üzerine şunu söyler Oedipus: “Tanrı, benim için, benim istediğimden daha iyisini yapmıştır.Akıl ve kibir (hybris) ile kaderine karşı gelmesinin hata (ate) olduğunu sonunda kabul eder; aşırılığa kaçma ve kendini büyük görmek, tanrılara yaklaşmış olmaktır ve hatasını anlamıştır. Peki, Oedipus’un başına bunlar niye gelir? Bu sorunun cevabı tragedyada şöyle verilir: “Yaşam, tanrıların yollarıdır ve biz bilemeyiz. Oedipus Kolonos’a geldiğinde değişerek, dönüşerek kendini bilmiş ve öğrenmiştir; kaderini sev (amor fati) onun hakikatidir artık.

Oedipus’un Trajedisi

Oedipus, doğadan bağımsızlaşmaya çalışan ve hakikate yönelen Yunan idealini temsil eder ama kaderini bilmek bile, onu kaderinden kurtaramaz. Kral Oedipus, Aristoteles’e göre mükemmel tragedya örneğidir. Trajik unsur, iki eşit konum-hal-değer arasında seçim yapmaktır. Kral Oedipus, ya tanrıların kendisine biçtiği kadere razı olacak yâda kaderine yön verecektir. Lanetli kaderini değiştirmeyi tercih eder; ama en sonunda tanrılara (Tanrı’ya) ve kadere (trajik unsur) mağlup ve razı olur. Oedipus’un trajedisinden çıkan sonuç; kendi hakikatini bulacağını sanan insan, kaderine en nihayetinde doğaya tabi olmak zorunda kalır.


Konuşmacı: İskender Savaşır
Ekleme ve düzenleme: Ahmet Usta

Trajik Olan: Nietzsche, Scheler, Dostoyevski


Trajik Olan ve Scheler

Trajik olanın keşfedilmesi Yunanlılarla oldu. Yunanlıların Tragedya formunu bulması ile şekil kazanan trajik unsur, daha sonra Rönesans’ta Shakespeare ve Fransız Tiyatrosu (Racine) tarafından yeniden biçimlendi ve işlendi. Trajik olan ile gündelik dilde sıkça kullandığımız “trajik” kelimesinin hiçbir alakası yoktur. Gündelik dilde trajik kelimesini kullandığımızda çoğunlukla dramatik yani acıklı olandan bahsederiz. Roma kültüründeki tragedya örnekleri, trajik unsurdan ziyade acıklı konuları işleyen melodramlar idi. Max Scheler’e göre insan, iki eşit değer ile karşılaşır ise trajik unsur ortaya çıkabilir. Güçlü, anlaşılır ama zaman zaman yeterli bir anlamlandırma sunmayan bu görüşe göre, örneğin Marcus Brutus trajiktir. Shakespeare'in Julius Caesar adlı eserinde, Brutus için trajik olan “insan dostunu mu, yoksa vatanını mı seçmeli?” değerleri arasında kalmasıdır. Trajik olarak dostluk ve vatan sevgisi iki eşit erdemdir ve seçim trajik olacaktır. Yunan özgür insanı için, yurt sevgisi özgürlük getirecek ise, bağlı olduğun kralı öldürebilirdin.
Antigone tragedyası , Scheler’in trajik kavramı için en yetkin örnektir. Antigone, site yaşam kuralları karşısında iki kardeşi ve mezarları arasında değer olarak sıkışmıştır. Diğer yandan Scheler’in formülü Macbet ve Oidipus’da tam olarak açıklayıcı olamıyor. Scheler’e göre insan, her zaman trajik olan ile karşılamazdı, trajik unsur bazı özel koşullarda ve tarihsel durumlarda belirginleşiyordu. Tragedyanın ahlak önermesini savunması ya da çürütmesi gibi bir durum genellikle yoktur, “erdemlerin çatışması” alanı olarak ahlaka içkindir. Trajik unsur oluşması için izleyiciyi aynı oranda etkileyen iki unsurun gösterimi gerekir.

Trajik Unsur ve Dostoyevski

Modern dünyada trajik unsur içeren eser, Dostoyevski’nin “Ecinniler” romanıdır. Roman kahramanı Stavrogin, iki eşit önemli değer arasında tam olarak bölünmüştür: vicdan ve hakikat. Çelişkiler içindeki Stavrogin, hakikat ve vicdan arasından birbirini destekleyecek tüm bağlardan ve engellerden uzaklaştığında, trajik olanın içine düşer ve küçük bir kıza tecavüzü seçer. Gündelik yaşamdaki acıların, üzüntülerin trajik unsur olduğunu söylemeyiz. Modern sanat eserlerinin birçoğu trajik unsur değil, melodram etkisi gösterir. Modern dünya ile her yanımızı kuşatan liberal ekonominin yarattığı çoklu değerler ortamı, asli ve trajik değerleri besleyen değil, körelten bir dünya tasavvurudur. Modern dünyada bizler gündelik yaşam içerisindeki acı ve neşe anlarımızda, saf vicdan ve akıl bölünmesini pek yaşamayız, daha çok muhasebeleştirilmiş bir vicdan ve fayda-savunma dirençleri içinde olayları deneyimleriz.

Nietzsche’ye Göre Tragedyanın Doğuşu: Apollon Ve Dionysos

Dionysos’cu bağbozumu şenlikleriyle, insan kendi kaybeder, şarap içer, dans eder. İnsan, insan ile yeniden bağ kurar. Bağbozumu, tüm yaşam kurallarını yıktığı için, kölede ve kadında insan olmuştur ve şenlik içinde insan kendini, tanrı Dionysos olarak hisseder. Nietzsche’ye göre trajik olan, insanın ölümlü olmasıdır ve tragedyayı etkileyici sanat formu yapan, Apollonik ve Dionizyak zihniyetin karşıtlığı ve iç içe geçmişliğidir. Apollon düşlerin, Dionysos ise coşkunun tanrısıdır. Apollon rüya gören, geleceği ve hakikati hedefleyen tanrı iken; Dionysos sarhoşluğu, dansı, coşkuyu temsil eder. Tragedya bu iki tanrının temsil ettiği istencin içinde gelişti. Tüm yaratıcı güçlerin, rüyaların ve kehanetin tanrısı Apollon; yaşama değer katan kalıcı fikir, ürün ve sanatın simgesidir. Dionysos ise, baharın gelişi ile insanının kendini kaybedişinin zevkini ve dehşetini simgeler.
Silenos, insanını anlatırken, insan için en iyi şeyin “dünyaya hiç gelmemek” olduğunu söyler. Silenos’a göre, insan için ikinci iyi şey ise, “en kısa zamanda” ölmektir. Dionysos imgelem, coşku ile kendinden geçerken aslında “hiç doğmamış olmayı” ister. “Hiç doğmamış olmak” bir karamsarlık değil, doğaya ve ölüme bağımlı olmadığımız, ana rahmi benzeri sınırsız ve parçalanmamış halin arzusudur. Apollonik dünya ise, ışık ve görüş içinde mükemmel formu arar ve mükemmel olan, sonsuza kadar kalacaktır tıpkı tapınaklar, heykeller gibi. Apollonik imgelem, gerçekliğin-doğanın aşılmasını sanatta ve özellikle rüyalarda bulur.
Trajedi bilinç içindeki insanın yaşadığı çaresizliğine karşı Platon, acıların bilgi ve deneyim için önemli olduğunu, ders verdiğini söyleyerek, trajik unsuru yatıştırmaya çalışmıştır. Nietzsche’ye göre insan, trajik olduğu gerçeğini kabul ederse ise, yaşamı gerçekten olumlayabilir. İnsan, yaşamı trajik hali içinde ve ölümlü olumlayarak, estetik deneyim olarak sanat ile yatıştırabilir. Bu anlamda Apollonik dünya, Diyonizyak güç karşısında çaresizdir. Nietzsche’ye göre bilmek, kendi başına trajiktir. Acı ile bilgi arasında ilişki vardır. Sofokles, Oedipus Kolonos’da yaşanan acıları bilgi ile birlikte bir yetkinlik sağlayacağını müjdeler. Ama aynı Sofokles, Apollonik dünya için tanrıların yollarının gizemli olduğunu, hakikati bilemeyeceğimizde işaret eder. Bilginin trajik bilince, ontolojik çıkmaza hiçbir faydası yoktur.


Konuşmacı: İskender Savaşır
Ekleme ve düzenleme: Ahmet Usta

Sokrat, Platon ve Devlet


Sokrat Öncesi Yunan ve Platon

Sokrat öncesi Arkaik Yunan insanı için yaşam, geçmiş ya da gelecek değil, şimdinin deneyimi idi. Yaşadığı anının deneyimleri ile bütünleşen ve onları kendi bedeni karşısında nesne olarak görmeyen Yunan insanı, bugünkü anlamda özne olmamıştı. Sokrat sonrasında ise, Yunan insanı özellikle Platon’un idealist düşüncesinin etkisiyle değişime uğradı, gerçeklik ile ilişkisini düşünce ve onun tasvirleri üzerinden kurmaya başladı. Geç dönem Yunan kültüründe ortaya çıkan bu idealizasyon ile insan, beden-imge bölünmesi içinde ontik bütünlüğünü kaybetti.

Platon, yeryüzü fenomenlerinin form olarak “idealar dünyası”nın eksiltili birer yansıması olduğunu söylemişti. İdealar öğretisi’ne göre gerçeklik, nesnel veya öznel, idealardan doğan ve yansıyan eksik izdüşümlerdir. Platon’a göre doğayı (physis) oluşturan her şey, görünür veya hissedilir olmaklığı içinde neşet ettiği idealara doğru varoluşlarını tamamlamak amacıyla hareket etmektedir. Platon, “Devlet” adlı kitabında ideal bir toplum yönetimzinin ve devletin yapısının nasıl olması gerektiğini anlatmıştır. Sınıflı toplum yapısı içindeki insanların, “yurttaşlık bilinci” ile ideal devlet yönetimi altında bütünleşeceğini ileri sürmüştür. İdealar öğretisinin öngördüğü gerçekliğin, hakikat karşısında eksik olması; ütopik düşüncenin güncel ve gelecek üzerine projeler geliştirmesine temel kaynak olmuştur.

Antik Yunan, Polis, Demos, Köle

Arkaik dönem ile birlikte M.Ö. 800’lerden başlayıp, M.Ö. 300’lere kadar devam eden Yunan medeniyeti, siyası ve ekonomik olarak büyük ölçüde bağımsız site devletlerinden oluşmuştu. Yunan medeniyetinden günümüze kalan eserlerin büyük çoğunluğu, Atina ve çevresine dayandığı için genellemelerin ve tartışmaların ana kaynağı, Atina şehir devleti (polis) olmuştur. Atina şehri, “doğrudan demokrasi”nin tarihte etkin olarak uygulandığı ilk yer olarak kabul edilmiştir.

Yunanlılar zaman içinde Akdeniz, Ege, Marmara ve Karadeniz kıyılarını kolonize ederek verimli topraklara ve ticaret ağına sahip oldular. M.Ö. 5. yüzyıl, Attika topraklarının en verimli dönemi oldu ve tarihte “altın çağ” olarak anıldı. Atina demokrasisi, sadece “demos” adı verilen özgür erkeklerin (yurttaş) oluşturduğu bir yönetim biçimi idi. Demos, çalışmayan ve köle sahibi olarak toprak üzerinden “artık birikimi tüken” sınıf idi. Bu bağlamda, antik Yunan dünyasında özgür olmanın birinci şartı, çalışmamaktı. Kölelerin, kadınların ve Atina’lı olmayan insanların, Polis adı verilen şehir devletinin demokratik yapısında şehri yönetme, yurttaşlık ve oy hakkı yoktu. Atina'da nüfusun yaklaşık beşte dördü; köle, kadın, yabancılar ve çocuklardan oluşuyordu. Demos’un oluşturduğu halk meclisi (Ekklesia) toplam nüfusun %10’u civarındaydı.

Demos, topraktan ve temel ihtiyaçlardan bağımsızlaşmış “serbest zaman faaliyeti” içindeki erkekler topluluğu idi. Şehir devletlerinin özellikle Atina’nın gelişimini sağlayan temel etken, kölelerin beden gücünün “verimli” kullanılması idi. Köleler çoğunlukla dış bölgelerden, kolonilerden getirilmişti. Antik Yunan’daki özgür insanının temel özelliği, kölenin yaptığı biyolojik-yaşamsal gereklilik için çalışmaktan özgürleşip, serbest zamanını kendisi ve polis için kullanmasıydı. Antik Yunan insanı, böylelikle doğayı ve doğasını aşmak amacıyla eyleme geçmiş, tarihe kalıcı izler bırakabilmek adına politikaya, felsefe ve sanata yönelmişti. Modern dünyadaki siyaset ve demokrasi tartışmalarının referans noktası olarak kabul edilen Atina demokrasisi, demos olmayanları yok saydığı, değersiz kabul ettiği ve öteki olmaya tabi kıldığı için aslında totaliter bir yapılanma idi.

Meritokrasi: Liyakat Sistemi

Devlet yönetiminin bireysel özellikleri gelişmiş ve yetenekli kişilerin elinde olmasını savunan Meritokrasi, liyakat esasına dayanır. Likayat esası, ilk olarak Platon’un “Devlet” adlı eserinde detaylandırılmıştır. Platon, kurguladığı ideal devlet düzeninde yönetici kadroların meritokrasi ile oluşturulması gerektiğini savunmuştur; ona göre iyi devlet yönetimi için, yeteneğini ve bilgi birikimini ispatlamış insanların kamu yöneticiliği yapması zorludur. Ve devletin en üst noktasında yönetimi liyakat ile elde etmiş “bilge-filozof krallar” bulunmalıdır. Diğer yandan meritokrasi düşüncesi, aslında açık olarak seçkincidir. Ekonomik ve siyasal birikimi yüksek aile bireylerinin eğitim ve gelişim olanağının daha fazla olacağı düşünülür ise, “meritokratik sistem” içerisinde toplumun diğer kesimlerindeki gençlerin-bireylerin kabiliyetlerini ortaya çıkarma imkânları çok azdır. Bu sebep ile meritokrasi, zaman içinde kendisinden beklenen radikal demokrasiyi değil, oligarşik yapıları doğurmuştur.

Ütopyalarda Mülkiyet ve Emek

Platon’dan başlayarak ideal devlet amacı ile kurgulanan ütopyaların temel hedefi, özel mülkiyet sorunu olmuştur. Platon, “Devlet” adlı eserinde özel mülkiyeti, sadece yönetici sınıfa yasaklamıştır. Ona göre ideal yönetim için yönetici, kamu mülkiyeti dışına çıkmamalıdır. More, özel mülkiyetin temel sorun olduğunu düşünmüş ve eşitlik için özel mülkiyeti tüm vatandaşlara yasaklamıştır. Campanella’nın ütopik anlatısında da özel mülkiyet kaldırılmıştır. Devlet mülkiyetini temel alan bir yaşam kurgulaması nedeniyle klasik ütopyalar, açıkça totaliter anlatılardır.

Ütopyaların yöneldiği bir diğer çözüm projesi, emek ve çalışma süresi koşullarının iyileştirilmesidir. İnsanın “serbest zaman” faaliyetleri sorununa cevap vermek, ütopyacı düşüncenin temel dinamiklerinden biridir. Platon’un ideal devletinde sekiz saat, More’un anlatısında altı saat ve Campanella’nın hayalinde dört saat olan günlük çalışma süresi; keyifli bir yaşam için yeterlidir. Birçok ütopyada çalışma süresinin düzenlenmesi ile birlikte tembellik, suç olarak tanımlanmıştır. Modernite ve çalışma koşulları, ütopya metinlerini özel mülkiyet ve emek sorununu çözmeye yönlendirmiştir. Liberal ekonominin çözümsüz kaldığı emeğin doğası ve verimliliği, serbest zaman ve tam istihdam gibi konular modern ütopya ve distopyalarda çözüme kavuşturulur ya da çözümsüzdür.