Mezopotamya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mezopotamya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Gılgamış Destanı: Dostluk ve Ölümsüzlük Arayışı


Günümüze ulaşmış en eski yazılı destan Gılgamış, yüzyıllar boyunca sözlü anlatı geleneği içinde efsane olarak anlatıla durmuş, zaman içinde çivi yazısı ile kil tabletlere aktarılmıştır. Gerçek kişi olarak Gılgamış’ın yaşadığı döneme ait yazılı belge olmadığı için, M.Ö. 2700 yıllarda yaşadığı ve Uruk şehrinin kralı olduğu tahmin edilmektedir. M.Ö. 1800 yıllara kadar süren yarı tarihi krallar listesine göre Uruk şehrinin beşinci kralı olarak adı geçerken; başka bir belgede Nippur şehrindeki Tanrıça tapınağını yaptıran kralların arasında yer alır. Destandaki Gılgamış, kralın oğludur ve annesi tanrıça Ninsun dur; aklı, cesareti hatta acımasızlığı ile üçte biri insan, üçte ikisi tanrı olarak tarif edilir.

Gilgamesh statue - circa 750 BC, from Palace of Sargon II, Babylonian - at the Louvre Museum
Gılgamış Heykeli - M.Ö. 750, Sargon Sarayı, Babiller dönemi

Gılgamış Tabletleri

1872 yılında Kuzey Mezopotamya’nın Ninive bölgesindeki kazılarda Asur kralı Asurbanipal'ın kitaplığı içinde Gılgamış’ı anlatan çivi yazısı tabletler buldu. 11 tablet,  Gılgamış destanını anlatıyordu ve ayrıca bir 12. tablet vardı; son tablette Gılgamış’a ait öykü iki farklı dilde yazılmıştı. Asurbanipal kitaplığındaki tabletler, M.Ö. 1250 yıllarda Uruk şehrindeki bir rahip tarafından yazıya dökülmüş anlatının birebir kopyası olarak M. Ö. 700 lü yıllara aitti. Tabletler Akadca dilinde yazılmıştı ama destanda adı geçen kahraman ve tanrıların adları Akadca değildi, bir başka dilden alınmış ve yeniden yazılmıştı. Tabletler kırık ve eksik olduğu için anlaşılmaz durumdaydı.
Daha sonraki kazılarda destana ait başka tabletler bulundu. En eski tabletlerden biri Eski Babil çağında yaklaşık M.Ö. 1800 lere ait iken, diğeri M.Ö. 1600 lerde yazılmıştı. Destanı ayrı ayrı öyküler biçiminde anlatan Sümerce yazılmış tabletler, Güney Mezopotamya’daki Nippur bölgesinde bulundu. Destan, Sümerler döneminde bazıları birbirinden bağımsız hikâyelerken, Babiller tarafından Akadca dilinde tek bir anlatı haline getirilmişti. Destanın sonraki dönemlerde Hitit, Suriye ve Filistin bölgelerinde ve farklı dillerde yazılmış örnekleri, anlatının arkaik dünyadaki ve özellikle Sami toplumlarındaki etkisinin açık göstergesi idi. Gılgamış efsanesi, yaklaşık bin yıl boyunca üç farklı dilde yazıya aktarılmıştı. Keşifler sonucu destan, yaklaşık 2.900 satırdır ve henüz yüzde 60’ı tamamlanmış biçimde araştırılmaya devam edilmektedir.

Epic of Gilgamesh Clay Tablet-Left Tablet XI,  known as Story of the Flood, 7th c. BCE, Akkadian-Rigt Tablet V, 1800-1600 BCE, Old Babylonian Period
Soldaki Tablet 11,  diğer adıyla Tufan Hikayesi, Akadca, M.Ö. 7. yy. - Sağdaki Tablet 5,  M.Ö. 1800-1600, Sümerce

Tufan Hikâyesi

1872 gerçekleşen Ninive kazısı bir başka büyük keşfi daha ortaya koymuştu, o zamana kadar yazılı olarak ilk Tevrat’ta yer aldığı düşünülen ve bilinen Tufan Hikâyesi, kutsal kitaptan çok daha önceki bir zaman diliminde tanrı-kral Gılgamış destanında anlatılmıştı.

Enkidu: İlk Dostluk ve Aşk?

Gılgamış aklı, gücü ve cinsel enerjisi ile Uruk halkını korkutmaktadır; destanda halka verdiği cinsel rahatsızlık “Gılgamış, ne babalara oğul, ne damatlara genç kız bırakıyor.” diye anlatılır. Halk, Sümer tanrılarından onun dizginlenemez gücünü kesecek, dengi bir varlık yaratmasını ister. Halkın bu isteği karşısında tanrılar, Gılgamış’ın karşısına çıkması için yaban adamı olan Enkidu’yu yaratırlar. Enkidu bir yaban adamı iken, tapınak fahişesi tarafından uygarlaştırılır ve şehre gelir. Gılgamış ilk önce rakibi, sonra en büyük dostu olacak Endiku ile karşılaşmadan önce, onu rüyasında görür ve rüyanın anlamını öğrenmek için annesi tanrıça Ninsun’a sorar, rüyasını şöyle anlatır destanda: “Bir yıldız düştü üzerime. Kaldırmak istedim ama fazla ağırdı. Ona bir kadına doğru çekilir gibi çekildiğimi hissettim. Sen de bana onun benim, eşitim olduğunu söyledin.” Daha sonra karşılaşırlar ve ölümüne bir güreşe tutuşurlar; belirsiz de olsa Gılgamış, Enkidu’yu yener; sonrasında kucaklaşırlar ve dostluk başlar. Birlikte, Uruk şehrini tehdit eden sedir ormanlarındaki canavarı yenerler.
Gilgamesh and Enkidu Battle with Humbaba - Basalt relief, 10th-9th c. BCE, from Palace of King Kapara at Tell Halaf in Syria
Gılgamış ve Enkidu, Canavarla dövüşürken - M.Ö. 9. y.y, Suriye
Gilgamesh kills the Bull of Heaven - Terracotta votive relief, 2250–1900 BCE, from ancient Mezopatamia
Gilgamış, Gök Boğası'nı öldürürken - M.Ö. 2.250-1.900, antik Mezopotamya, kabartma heykel
Enkidu’nun dostluğu, Gılgamış’ı kadınlara olan arzusundan uzaklaştırır, hatta tanrıça İştar’ın evlenme teklifini dahi reddeder. Beden isteklerinden, kadınlardan uzaklaşıp kendi insansı isteğine, dostuna kavuşmuştur. Ama bu dostluğun karşısında reddedilen ana tanrıça İştar, ikisini de lanetler. Ve bir gün Enkidu hastalanır ve ölür. Gılgamış eşitini, eşitliği öğreten Enkidu’yu ve dostluğunu kaybeder. Acılar içindeyken “Onun yüzünü bir gelin gibi örter” diye anlatır destan. Gılgamış ile Enkidu ilişkisi, dürtülerin ve karşı cinsin aşılması olarak saygıya layık aşkın; ancak erkekler arasında gerçekleşebileceğini anlatır gibidir.

Gılgamış’ın Ölümsüzlük Arayışı

Dostu Enkidu’yu kaybetmenin acısıyla ve ölümle yüzleşen tanrı kral, ölümsüzlüğü aramaya başlar ve yolculuğa çıkar. Ölümüz Utanapistim’i bulur; ölümsüzlüğünün tanrıların kararı olduğunu ve Tufan sonrasında kendisine verildiğini ve başka kimsenin ölümsüzlüğe ulaşamayacağını söyler Utanapistim ama Gılgamış vazgeçmez. Bunun üzerine yedi gün uykusuz kalma sınavına sokulur ama bedenine yenik düşer, sonrasında su altındaki gençlik otu verilir teselli olarak ama yine bedeninin sınırlarında kalır; dalgınlık anında otu yılan yer. En sonunda, şehrine eli boş geri döner. Gılgamış Destanı insanın, doğasını aşmak için verdiği mücadelenin anlatısıdır.
Gilgamesh in left and Enkidu in right, on Cylinder Seal - from Sumerian city of Uruk
solda Gılgamış, sağda Enkidu savaşırken - mühür baskı, Uruk şehri, Sümerler


Gılgamış Tabletlerinin Özeti
Tablet I
Gılgamış'ın çok bilgili, çok gezen, Uruk duvarını ve tapınaklarını yaptıran; halkına sıkıntı veren bir kraldır. Enkidu, ona karşı kırlarda tanrılar tarafından yaratılır. Gılgamış'ın gördüğü rüyaları Annesi tanrıçaya anlatır.
Tablet II
Enkidü, tapınak Fahişesi ile karşılaşır ve insanlaşır; şehre gelip Gılgamış ile karsılaşır. Önce kavga ederler, sonrasında dost olurlar ve sedir ormanlarına gidip oradaki ejderhayı öldürme planı yaparlar.
Tablet III
Ejderha öldürme planından halk, endişelenir ve Enkidu'dan onu koruması isterler. Gılgamış’ın annesi Tanrıça da, koruması için Güneş Tanrısı’na dualar eder.
Tablet IV
Gılgamış ve Enkidu, Güneş Tanrısı’na kendilerine yardım etmesi için dua edip, yola çıkarlar. Yolda Gılgamış, rüyalar görür ve onları Enkidu yorumlar. Yol boyunca Gılgamış ve Enkidu korkuya kapılırlar ama birbirlerine cesaret vererek yola devam ederler.
Tablet V
Sedir ormanlarına geldiklerinde, canavar onları fark eder ve Gılgamış’ı uyutur. Güneş Tanrısının yardım ile canavarı sonrasında yakalarlar, Güneş tanrısı öldürmemelerini söylese de, onu dinlemeyip canavarı öldürürler. Sedir ormanından kestikleri ağaçları, Fırat nehrine dökerek Uruk şehrine gönderirler.
Tablet VI
Uruk'a döndükleri zaman Tanrıça İştar, Gılgamış'a evlenme teklif eder ama o kabul etmez, bunu üzerine tanrıça Gök Boğası’nı Uruk’a saldırtır. Gılgamış ile Enkidu, birlikte savaşarak boğayı da öldürürler ve Enkidu, boğanın sağ kalçasını tanrıçanın yüzüne fırlatır. Bunu üzerine Istar, ikisini de lanetler, fakat onlar buna aldırmaz ve sarayda şenlikler yaparlar.
Tablet VII
Enkidu, rüyasında kendisinin cezalandırılacağını görür. Ve sonrasında hastalanır, acılar içinde iken onu kırlardan getirenlere lanetler yağdırır. Güneş tanrısı, onu sakinleştirir ama Enkidu ölür.
Tablet VIII
Gılgamış, arkadaşının ölümünden dolayı üzüntü içinde ağıtlar söylemeye başlar. Birlikte yaptıkları savaşları ve dostluklarını anlatır ve herkesin, kendisi gibi Enkidu için yas tutmasını ister, hatta dostu için heykel yaptırır.
Tablet IX
Gılgamış, Enkidu’nun ölümünden sonra kendisinin öleceğini düşünerek korkmaya başlar ve ölümsüzlüğü ve huzuru aramak için yolculuğa çıkar. Bir dağda akrep görüntüsünden insanlara rastlar, onların dağın kapısını açmasıyla mücevherler bahçesine gelir.
Tablet X
Gılgamış, yoluna devam eder ve deniz kenarına ulaşır; burada içki evi işleten kadınla karşılaşır ve onu ölümsüzlüğü aradığını söyler. Kadın bu istekten vazgeçmesini, kimsenin ölümsüzlüğü bulamadığını ve kalan günlerinin tadını çıkarmasını söyler. Ama Gılgamış, isteğinden vazgeçmez; bunun üzerine kadın, ilk ve son kez ölümsüzlüğü bulan Utanapistim'ın yanına onu götürecek kayıkçıyı gösterir.
Gılgamış, kayıkçıyla birlikte denize açılır, ölülerin götürüldüğü sulardan da geçerek Tanrıların cennetine, ölümsüzlüğü bulan Utanapistim'in bulunduğu yere ulaşır. Gılgamış, Utanapistim'e başından geçenleri, dostu Enkidu gibi ölmek istemediğini ve ölümsüz olmak istediği anlatır. Utanapistim bu isteğinin olmayacağını çünkü ölümsüzlüğü tanrıların, ona verdiğini ve bir daha böyle bir şey yapmayacaklarını anlatır.
Tablet XI
Utanapistim, Gılgamış'a nasıl ölümsüz olduğunu anlatır. Tanrılar, bir tufan ile bütün yarattıklarını ortadan kaldırmaya karar veriler. Bilgelik Tanrısı, Utanapistim’e kararı bildirip bir gemi yaparak ailesini ve mümkün tüm canlıları kurtarmasını söyler. Utanapistim söylenenleri yapar, gemiyi hazırlar ve sonrasında Tufan olur. Tufan, altı gün yedi gece sürer; yedinci gün, Utanapistim gemiden çıkarak Tanrılara kurban sunar. Bunun üzerine tufana karar veren Tanrı, yaptığına karşılık ona ölümsüzlüğü verir.
Gılgamış'a yedi gün uykusuz kalma testi yapılır ama o başaramaz, uykuya dalar. Dönerken teselli olması için Utanapistim, ona su altında olan gençlik otunu bulmasını böylece yeniden gençleşebileceğini söyler. Gılgamış gençlik otunu bulur ama onu da dalgın bir anında yılan yer. İsteğine ulaşamayan, hayal kırıklığına uğramış olan Gilgamış büyük bir üzüntüyle şehrine geri döner.

Mısır, Çin ve Mezopotamya Medeniyeti

Medeniyet Öncesi ve Sonrası

Günümüze ulaşan 45 bin ile 15 bin yıl öncesine ait figüratif bulgular, genellikle mağara duvar resimleri ve ana tanrıça putları (Venüs heykelcikleri) dır. İnsanların Venüs heykelciklerini, muska olarak yanlarında taşıdıkları veya mezarlarına koydukları anlaşılmıştır. Mağara duvar resimlerinde gördüğümüz dini ve mistik figür Şaman, arkeolojik bulgularda ana tanrıça ile bir araya gelmemektedir. Peki, şaman, ana tanrıçaya ibadet ediyor muydu? 
Stonehenge (aslı taşlar) ve Göbekli Tepe gibi arkaik tapınak alanlarındaki yaşam izlerine baktığımız zaman, tapınak inşası olmasına rağmen, çevresinde yerleşik hayatın olmadığını görüyoruz. (M.Ö. 10 binli yıllar) Benzeri tapınakların, anıt mezarların birçoğunun yakınlarında sarhoş edici bitkilerin, uyuşturucu ekildiği tespit edildi. İnsanlığın ilk tahıl üremi arpa, besin olarak değil; bira yapımı için kullanılmıştı. Bu veriler, yerleşik hayatın olmadığı dönemlerde dahi, insanların tapınak inşa ettiği ve çevresinde dini, coşkulu ritüler düzenlediğini göstermektedir.
Stonehenge - İngiltere

Mezopotamya: Mümbit Hilal

Neolitik Çağ ve M.Ö. 4 binli yıllarda, Mezopotamya’da tarım ve yerleşik hayat başladı. Tarımla birlikte sulama kanalları, hayvanların evcilleştirilmesi ortaya çıktı. Neolitik Çağ, kendi içinde çömlekli ve çömleksiz dönem olarak ikiye ayrılır. Çömlek yapımının ortaya çıkması ile ilk kez mesleki uzmanlık, zanaatkârlık başladı; devamında örme ve dokumacılık işleri gelişti. Mezopotamya’da başlayan sulama kanalı sistemi ve toprak paylaşımı ile birlikte şehir devletleri (Site) kuruldu. Şehir yaşamının ortaya çıkabilmesi için nehir boyları, ılıman iklim ve alüvyonlu-mümbit topraklar gibi coğrafi şartların olması gerekiyordu. Ur ve Uruk gibi önemli şehirlerle beraber asker, tapınak, köle sınıfı; ticaret ve para ortaya çıktı. Mezopotamya şehirlerinin diğer önemli özelliği, surlara sahip olmasıydı. Medeniyetin ortaya çıkması ile birlikte şaman ve ana tanrıça inancı geriledi, tapınak ve rahip sınıfı gelişti ve güçlendi.
İştar Tapınağı - Mari, antik Suriye


Mısır, Hint ve Çin Medeniyeti

Mısır medeniyeti, coğrafi konumu nedeniyle Mezopotamya’daki eko-kültürel değişimlerin belli oranda dışında kalarak, izole bir kültürel devamlılık gösterdi. Mısır teolojisinin en eski katmanına baktığımız zaman, Amun-Ra ibadetini görmekteyiz. Ra Güneş Tanrısı, tıpkı proto-Türkler’deki Tengri (Gök Tanrı) gibi alemleri var eden tek yaratıcıydı. Sonraki tarihsel katmanlarda ortaya çıkan Tanrıça İsis inancında ise, Mezopotamya’dan gelen insanların beraberinde getirdiği ana tanrıça inancının etkili olduğu düşünülür. Şehirleşme Mezopotamya’dan çıkıp, coğrafi sıralama ile önce Hindu-Ganj bölgesine oradan da Çin’e doğru yayıldı.
Amon Ra tasviri
Çin tarihi siyaset ve kültür olarak kendi has özellikler gösterir. Mezopotamya’nın etkileri olsa da, Çin’de site devletleri değil; beylik devletler kuruldu. (M.Ö. 2500’lü yıllardan itibaren) Çin’deki inançlara baktığımızda, Konfüçyüsçuluk bir din değil; yaşamın ve devletin devamlılığını amaçlayan ahlak öğretisi dir. Konfüçyüsçuluk, Tanrı’yı mutlak yaratan olarak kabul eder ama daha çok yaşama pratiğine yönelir. Çin’deki asıl din,  Tao dur. Tao, Tanrı inancının tekliği ile mitik olanın iç içe gelişmesidir.

Çin’in Ana Tanrıçası: Xi Wang Mu

Çin tarihinde arkaik dönemden gelen ve etkisi uzun süre devam eden ana tanrıça inancı vardır. Xi Wang Mu adlı ana tanrıça, Ortadoğu’daki bereket tanrıçalarının tüm özellerini taşır; ölümlülere ölümsüzlük, yaşama ve toprağa bereket verir, kozmosun devamlılığı için şiddet uygular. Çinliler Mu’ya “Batının Büyük Annesi” demişlerdir. Batı; batan güneş, ölümlülük, ölüm sonrası yaşam anlamındadır. Diğer coğrafyalarda pek görmediğimiz şaman ve ana tanrıça birlikteliği, Çin’de görülür. Xi Wang Mu rahibesi kadınlar; ayinlerde şaman rolünü üstlenmişlerdi.
Suret yasağı, Müslümanlıktan önceki arkaik dönemlerde de vardı. Buda’nın ortaya çıktığı, M.Ö. 550’lerden M.Ö. 400’e kadar olan dönemde Hint coğrafyasında suret temsili yoktur. Buda temsillerindeki suret yasağını kaldıran, Hint coğrafyasına yerleşen Helenistik Gandahar Krallığı olmuştur. Bozkır sanatına baktığımızda da suret yasağını görürüz. Gerek avcılık, gerek ise şaman resimlerde suretler belirsiz gösterilmiş, gizlenmiştir. Çin kültürünün bir diğer büyük farkı ise, hiçbir zaman suret yasağı olmamıştır. Kısaca, sanat tarihi açısından baktığımız da iki uygarlıkta suret yasağı yoktur: Yunan ve Çin
Xi Wang Mu, Çin kültürünün Ana Tanrıçası

Fayyum Portreleri

Mısır’ın Fayyum bölgesindeki yeraltı mezarlıklarından çıkarıldıkları için Fayyum Portreleri adı ile anılan ahşap plaka üzerine yapılmış eserler, Mısır kültürünün Roma egemenliğinde yaşadığı M.S. 1 ile 3. yüzyıl arası dönemde üretilmiştir. Ölmüş portre sahibinin kişisel özelliklerinin oldukça detaylı ve gerçekçi betimlenmesi ile “öte dünyaya” karşı merak-korku-özlem gibi birçok anlam ve beklentinin bir arada kullanıldığı eserlerdir Fayyum Portreleri.



Konuşmacı: İskender Savaşır
Ekleme ve düzenleme: Ahmet Usta
Dalgın Sular / Karaköy
Şubat-Mart 2013

Medeniyetin Başlangıcı: Mezopotamya, Aborjinler ve Kaya Sanatı


Aborjinler ve Kaya Sanatı


Ekonomi ve bilginin gelişmesiyle zorunlu olarak uygarlığa geçilmiştir hipotezine karşı Avustralya yerlileri Aborjinler önemli bir itiraz noktasıdır. Aborjinler medeniyet alanındaki tüm müdahalelere rağmen, kendi yaşam koşullarını yarı melez ve medeniyet dışı olarak hala devam ettirmektedirler. Mağaralarda barınan Aborjinler, kendi içlerinde farklılıklar gösterirken toplayıcı-avcı sürüler olarak da yaşamaya devam ettiler. Aborjinler, kaya sanatı pratiklerinde çok çeşitli üslup ve teknikler kullanmaktadır. Peki, Aborjinler neden mağaralarda yaşıyordu? Aborjinler, Buzul tehlikesi olmamasına rağmen, mağaraları barınak olarak tercih ettiler. Medeniyet ve yerleşik hayat sürürken bile insanlar zaman zaman mağaralara, izbe alanlara gidip, resimler yapıyordu. Tarih boyunca insanlar yaşarken, çoğunlukla aynı kaygılarla, duygularla temsillere ve sanata yöneldi. İnsanlığa ait en eski gömü, mezarlık bulgularına baktığımızda dikkat çeken nokta, hayvan ve insan kemiklerinin özenle ayrı tutulmuş olmasıdır. Aborjinler ölülerini hem yakıyor, hem de kemiklerini yanlarında taşıyorlardı. Kemiklerin ölen kişiyi değil, atalarının ruhunu temsil ettiğine inanıyorlardı. Aborjinler’in yanlarında taşıdıkları kemikler, ata soylarına olan bağın ve sonsuz ruhun temsilcisi idi.  Aborjinler, hala kültürlerini yaşamaktadır. 
Aboriginal pictographs in Kimberley, Western Australia
Aborjinlerin piktografik kaya çizimleri - Kimberley, Avustralya
Tarih boyunca insanlar yaşarken, aynı kaygılarla, aynı mitik duygularla resme-sanata yöneliyorlardı. Modern insan için ölüm, yok oluş olarak korkunç bir deneyim ama acaba homo sapiens’ler için ölüm ne ifade ediyordu?  Homo sapiens’lerdeki gömü/mezarlık işlemlerinde ilk dikkat çeken nokta hayvan ve insan kemiklerinin itina ile ayrı tutulmasıydı. Aborjinler, ölülerini hemen yakıyor, kemiklerini ise yanlarında taşıyorlardı. Kemiklerin ölen kişiyi değil, atalarının ruhunu temsil ettiğine inanıyorlardı. Aborjinler’in yanlarında taşıdıkları bu kemikler, ataları olan tek ve sonsuz bir ruhun temsilcisiydi.  Aborjinler, mülkiyet yapısına sahip olmasalar da, sürü halinde yaşayan insanlar olarak bir ataya ya da soy bağına dayanarak hareket ediyorlardı. 

Medeniyete Geçiş: Ur ve Ziggurat

Buzulların çekilmesinden sonra, M.Ö. 12-10 bin yıl önce ılıman iklimle birlikte Neolitik Çağ’a (Yeni Taş Çağı) girildi. Neolitik çağ ile birlikte tarım başladı, fakat hemen yerleşik hayat gelişmedi, uzunca bir süre yerleşik ve toplacı-avcı yaşam bir arada ilerledi. 3.500 yıl önce Mezopotamya’da sulamalı tarım ve kanal sistemine geçilmesiyle birlikte medeniyet başladı. Tarımının organizasyon ve güçlü iş bölümü gerektirmesi nedeniyle medeniyetle birlikte şehir devletleri (site) kuruldu. Bunların içinde en önemlileri Ur ve Uruk idi, şehrin ortaya çıkmasıyla birlikte Ziggurat denilen tapınaklar yapıldı. Şehir, yerleşik hayat ve nüfus artışı sonrası işbölümü gelişti, devamında tapınaklarla birlikte rahipler sınıfı ortaya çıktı. Bilginin aktarılması ve kalıcılığı zorunlu hale geldi ve yazı gelişi, böylece tarih başladı. Günümüze kalan ilk yazılı kaynaklar, tapınakların önemini gösteren, muhasebe kayıtlarıdır. Kayıtlarda, tapınakların kontrolündeki tahıl stoku ve dağıtımı verilerine rastlanmaktadır. İlk kayıtlar; artık üretimin nasıl paylaşılacağı, kıtlıkla mücadele v.s. amaçlar için tanzim edildi. Tarıma dayalı yerleşik hayat ile birlikte egemenlik mücadelesi ve siyaset başladı. Egemenlik kavgasının nedeni, tarihin her döneminde olduğun gibi artık birikimin saklanması ve paylaşılmasıydı. Artık birikim üzerinde hâkimiyet kurmak için harekete geçen insanlar, devlet, takas ekonomisi gibi kurum ve teşkilatları geliştirdiler. 
Zigurat of Chogha Zanbil, Iran
Ziggurat, İran
Bu dönemdeki diğer önemli gelişme, tunç madeni oldu. Tunç, çinko-bakır karışımıyla elde ediliyordu; üretilmesi ve kontrolü için yoğun işbölümü ve örgütlenme gerekiyordu. Bu sebepler tunç üreticileri zamanla birikimlerini korumak için, örgütlenip silahlı erkeklere dönüştüler. Böylece “rahip” sınıfından sonra, diğer önemli sosyal tabakalaşma “asker” sınıfı ortaya çıktı. 

Barbarlar, Şehir Devleti, Ticaret

Mezopotamya’daki site yaşamı, güçlü devlet organizasyonu ve bürokrasi getirdi. Bu dönemde at, sığır ve domuz evcilleştirildi. Toplayıcı-avcı klanlar, Mezopotamya siteleri ile yakın coğrafya içinde yaşamaya devam ettiler. Ata soyu, kan bağı esasına dayalı bu kabileler, daha saldırgan ve yağmacı oldukları için eski Yunanlılarla birlikte “barbar” olarak anıldı. Akdeniz Havzası-Mezopotamya-Himalaya arasındaki paraleldeki yerleşik topluluklara medeniyet-şehir devletleri denilirken, Kuzeyinde kalan bölgelerdeki Türkler, Moğollar, İskitler v.s. den oluşan topluluklara, “Bozkır Toplulukları” denildi. Bozkır toplulukları, şehir devletleri gibi ticaret yapmak zorundaydı, hiçbir kabile kendine yeterli artık birikimi sağlayamadığı için her zaman ticaret olmuştur. Hatta Cengiz Han ile Moğollar, tarihi İpek Yolu’nun uzun bir dönem hâkimi oldular.

 “İnsan Kurban Etme” Ritüeli 

Medeniyetin ilk yıllarında, tarım öncesinden gelen arkaik hatta arketip insan kurban etme ritüeli vardı. İnsan Kurban etmeyi kanıtlayacak arkeolojik bulgu, ritüelin biçimi nedeniyle günümüze ulaşmamıştır ama konuya dair antropolojik kaynaklar, yazılı metinler bulunmaktadır. Tarıma dayalı ilk toplumlar, Kozmosun devam edebilmesi, denge ve bereket için kurban verilmesi gerektiğine inanıyorlardı. Bu amaçla, seçilen gürbüz bir delikanlı yıl boyunca doğanın nimetleriyle iyice besleniyor, tapınak rahibesi ile çiftleştirilip sonra hasat zamanı parçalanıp, parçaları kosmosun ebediyeti için tarlalara serpiliyordu. Sümer Tanrıçası İnanna ve Dumuzi arasındaki efsane, bu inanışın yansımasıdır.
'Queen of the Night' Babylonia Goddess Ishtar or Ereshkigal 'Queen of the Night' - circa 18th century BCE
"Gecenin Kraliçesi" adıyla bilinen İnanna kabartma heykeli, M.Ö. 18. yüzyıl

Medeniyetin Başlangıcında Sanat

Medeniyetin doğuş yıllarındaki sanatta yine belirgin olarak Ana Tanrıca temsili ve izleğini görüyoruz. Fakat yerleşik hayatla birlikte tanrıça figüründe büyük bir çeşitlenme ve değişim başladı. “Lausssel Venüsü” adlı bulguda, tanrıçanın elindeki boğa boynuzundan dönem insanın aritmetik ve ay takvimi hesaplamasını bildiğini söyleyebiliriz. Tarih öncesi dönemlerde Boğa hayvanı, ana tanrıçanın temsili olarak değerli ve kutsal kabul edilmişti. Ana tanrıça figürlerinde yüzünün gizli veya belirsiz oluşu, bu dönemlerdeki birçok bulguda da görülmektedir.
Lausssel Venüsü
Neolitik çağa ait ilk yazılı kayıt olan ambar kayıtlarından, sonra günümüze gelen ikinci bulgu, “İnanna’nın Yeraltına İnişi” adlı anlatı şiiridir. İnanna’nın bereket tanrısı olarak yılın 6 ayı yer üstünde, 6 ayı da yeraltında yaşadığına inanılıyordu. Kurban etme ayinlerinin üst mitik yapısının, İnanna’nın yeryüzündeki yaşamına ve bereketine şükran diyebiliriz. İnanna figürünü, daha sonra farklı isimlerde diğer mitolojilerde görüyoruz.  İnanna bereket tanrısı olarak Mısır’da İsis, Anadolu’da Kibele, Yunan’da Afrodit olarak ortaya çıkmıştır. Paleotik çağdaki ana tanrıça figürü üzerinden yaptığımız genellemeleri, neolitik çağda artık yapamıyoruz, tanrıça figürleri çeşitleniyor ve farklılaşıyor. Ana Tanrıça o kadar kadim bir insan ihtiyacın arayışı ki, hala izlerini sürebiliyoruz.
Venüs heykelciklerinde yüz hatları belirsizleştirilip, kutsal kılınırken; üreme organları, özellikle belirli, hatta abartılı biçimde gösterilmiştir. Ana tanrıca figürlerindeki motivasyon ölüme değil; doğumun gizemine, doğurganlık ve yaradılış mucizesine dönüktür. Neolitik çağ birlikte, farklı kadın figürleri karşımıza çıkmaya başlar. Neuchahel Venüsü, doğurganlık ile yumurtlama arasında karmaşık biçimdir. Ana tanrıçadaki doğum-bereket temsili, Neolitik Çağ birlikte yavaş yavaş aşk ve güzellik kavramına doğru değişmeye başlar. Dönemin önemli temsillerden biri de ”Sürüngen Kadın” figürüdür. Bu süreçte ana tanrıça figürü değişim geçirerek doğurgan hatlardan daha kadınsı, erotik temsile doğru evrilmiştir.
Venus of Neuchâte
Neuchâtel Venüsü
ilk yazılı belgeler olan ambar kayıtlarından, sonra günümüze gelen ikinci bulgu, “İnanna’nın Yeraltına İnişi” adlı şiirdir. İnanna’nın bereket tanrısı olarak yılın 6 ayı yer üstünde, 6 ayı da yeraltında yaşadığına inanılıyordu. Kurban etme ayinleri, bir yanı ile İnanna’nın yeryüzündeki yaşamına ve bereketine şükran idi. İnanna, daha sonra farklı isimlerde diğer mitolojilerde devam etti. Mısır’da İsis, Anadolu’da Kibele, Yunan’da Afrodit olarak ortaya çıkmıştı.

Yılan başlı, sürüngen kadın veya tanrıça heykelciği

Konuşmacı: İskender Savaşır
Ekleme ve düzenleme: Ahmet Usta

Medeniyetin Başlangıcı ve Sanat, İnsan Kurban Etme ve Tanrıça İnanna


Konuşmacı: İskender Savaşır



Uyarı: Seminer notları konuşmacının sunumunu tam olarak yansıtmıyor olabilir!  - Ahmet Usta



Yerleşik Hayat ve Site Yaşamı


Mezopotamya’daki site yaşamı, güçlü bir devlet organizasyonu ve bürokrasi getirdi. Medeniyetin oluşması ile örneğin Sümer halkında yaşam süresinde kısalma görüldü, bunun nedeni yerleşik hayat ile birlikte hayvanlarla birlikte barınma ve salgın hastalıklar idi. Bu dönemde at, sığır ve domuz evcilleştirildi.

Tarıma dayalı ilk medeniyet olarak Mezopotamya sitelerinin, yanı sıra aynı dönemde toplayıcı-avcı olarak yaşan sürü toplulukları da, site dışında yaşamaya devam ettiler. Toplayıcı-avcı ve kan bağı üzerinden sürü halinde yaşan bu kitleler daha saldırgan, yağmacı oldukları için tarihte çoğunlukla barbar olarak nitelendirildiler. Barbarlar, yerleşik hayat sürmedikleri için zamanla üreme olarak faklı kan bağları ile değişik etnik kompozisyonlar göstermeye başladılar.

Bu dönemde site/devlet yapısı içerisinde rahipler, medeniyet öncesi homo erectus ve sapiens kökenli şamanın, dini ve sosyal işlevlerini devraldılar. Yerleşik olmayan topluluklarda da, şahman benzeri insanlar bulundu ama bunlar site içindekiler rahipler gibi ticari-siyasi güçten biraz daha farklı olarak mistik-büyücü yanlarını koruyorlardı. Akdeniz havzası-Mezopotamya ile Himalaya paralelindeki yerleşik topluluklara medeniyet/site devletleri denilirken, Kuzeyinde kalan bölgelerdeki Türkler, Moğollar, İskitler v.s. den oluşan topluluklara, “bozkır imparatorlukları” denildi.
mağara sanatı resminde bir şaman figürü - Güney Afrika'dan

"İnsan Kurban Etme" Ayini


Medeniyetin ilk yıllarında, tarım öncesine dayanan kurban etme ayini vardı. Bu ayin, tanrı efsanelerinin öncesinden geliyordu. Burada önemli bir nokta, kurban etme ayinlerine ait henüz arkeolojik kanıt yoktur ama antropolojik olarak kaynaklar bulunmaktadır. Tarıma dayalı ilk toplumlar, Kozmosun devam edebilmesi için kurban verilmesi gerektiğine inanıyorlardı. Bu amaçla, seçilen gürbüz bir delikanlı yıl boyunca doğanın nimetleriyle iyice besleniyor, tapınak rahibesi ile çiftleştirilip sonra hasat zamanı parçalanıp, parçaları kosmosun ebediyeti için tarlalara serpiliyordu.
Atargatıs - Nabatalılar'ın Bereket Tanrıçası

Pier Paolo Pasolini’nin muhteşem filmi Media'da, "insan kurban etme ayini" çok etkileyici biçimde anlatılır. Gerek "kurban" anlatısı, gerek ise Pasolini’nin özgün sinematografisi için izlenilmesini şiddetle tavsiye ederim.

Aynı dönem içinde, site ve yerleşik hayatın dışında kalan, örgütlü olarak kabile düzeninde yaşamaya devam eden yarı "barbar topluluklar" vardı. 

Savaş ve Ticaret

Yerleşik ve bozkır toplumların savaş taktikleri de birbirinden farklı idi. Her iki toplulukta savaş ve işgal döneminde yağma ve katliam yapıyordu. Mesela Moğollar çok farklıydı işgal ettikleri yerde, kimi zaman hiçbir medeniyet kalıntısı ve canlı bırakmıyor, kimi zamanda az zarar veriyorlardı.

Bozkır imparatorlukları da, site devletleri gibi ticarete önem vermek zorundaydılar, hatta Cengiz Han ile Moğollar, tarihi İpek Yolu’nun uzun bir dönem hâkimi oldular. Tarihin hiçbir döneminde, hiçbir topluluk kendine yeter artık, birikimi sağlayamadığı için topluluklar her zaman ticaret yapmak zorunda kalmıştır ve her zaman ticaret vardı.

Medeniyetin Başlangıcından Sanat

Sanat örneklerine bakıldığı zaman bozkır ve medeniyet sanatının çok net ayrılıklarını görebiliyoruz. Yerleşik toplumların sanat ürünlerinde, süslemecilik ön plana çıkıyordu. Medeniyetin doğuş yıllarındaki sanatta yine belirgin olarak Ana Tanrıca temsilini görüyoruz fakat yerleşik hayatla birlikte tanrıça figüründe büyük bir çeşitlenme ve değişim başlıyor.

Tarih öncesi Lausse Venüsü (eksi 20-25 bin) heykelciğideki tanrıçanın elindeki boğa boynuzundan  dönem insanın asgari bir aritmetik bildiğini söyleyebiliriz. Boğa hayvanı, ana tanrıçanın önemli bir temsilini oluşturuyordu ve kutsal olarak kabul ediliyordu.
Laussel Venüsü 
Ana tanrıça figürlerinde evrensel olan, tanrıçanın yüzünün gizli veya belirsiz oluşudur. Venüs heykelciklerinde yüz hatları belirsizleştirilip, kutsal kılınırken vulva bölgesi ise doğurganlığa vurgu olarak abartılı biçimde temsil edilmiştir.

Tarih öncesi ve neolitik çağda insanları sanat yapmaya iten motivasyon, "ölümün ve doğumun gizemi" olmuştur. Benim şahsi fikrim, ana tanrıca figürlerindeki motivasyon ölüme değil; doğumun gizemine, doğurganlık-yaradılış mucizesine bağlı olarak gelişmiştir.

Neolitik çağ birlikte sanat eserlerinde başka kadın figürüleri karşımıza çıkmaya başlıyorBu dönem ana tanrıça figüründeki değişimin önemli örneği olarak “sürüngen kadın” temsilinin belirmesini gösterebiliriz.
       Sürüngen Kadın - figurines with reptilian looking heads -  6000 BC-4000 BC
Paleotik çağdaki ana tanrıça figürü üzerinden yaptığımız genellemeleri, neolitik çağda artık yapamıyoruz, tanrıça fügürleri çeşitleniyor ve farklılaşıyor. Ana tanrıçadaki doğum-bereket temsili, neolitik çağ birlikte yavaş yavaş aşk ve güzellik kavramına doğru değişmeye başlıyor.

Sümer Tanrısı İnanna

Neolitik çağa ait ilk yazılı kayıt olan ambar kayıtlarından sonra günümüze gelen ikinci bulgu, “İnanna’nın yer altına inişi” adlı anlatı şiiridir. Tarım toplumlarının ilk dönemlerinde Sümer tanrısı İnanna'yı görüyoruz ve mitik inanışın temelini oluşturuyor.

İnanna göğe, yeryüzüne ve yeraltına egemendi. O, Tanrı Enlil'e isteğini yaptırmış, Enki'yi aldatamayı başarmış, cazibeli kadın tanrıydı. İnanna, bereket ve yer değiştirmenin (ticaret, hırsızlık, ölülerin yerin altına inmesi gibi) tanrısıydı. İnanna’nın bereket tanrısı olarak yılın 6 ayı yer üstünde, 6 ayı da yeraltında yaşadığına inanılıyordu. Kurban etme ayinlerinin üst mitik yapısının, İnanna’nın yeryüzündeki yaşamına ve bereketine şükran olduğunu söyleyebiliriz.
Mezapotamya Ana Tanrıçalarından İştar - M.Ö. 4 binler
Mezapotamya’nın tanrısı İnanna figürünü, daha sonra farklı isimlerde diğer mitolojilerde görüyoruz. İnanna, Akatlar'da İştar, Mısır’da İsis, Anadolu’da Kibele, Yunan’da Afrodit olarak ortaya çıkmıştır. İnanna, zaman içinde tarımsal yaşamdaki bereket tanrısı figüründen, Helen dünyasındaki Afrodit temsiline ve arzu noktasına kaymıştır.