Trajik Olan: Nietzsche, Scheler, Dostoyevski


Trajik Olan ve Scheler

Trajik olanın keşfedilmesi Yunanlılarla oldu. Yunanlıların Tragedya formunu bulması ile şekil kazanan trajik unsur, daha sonra Rönesans’ta Shakespeare ve Fransız Tiyatrosu (Racine) tarafından yeniden biçimlendi ve işlendi. Trajik olan ile gündelik dilde sıkça kullandığımız “trajik” kelimesinin hiçbir alakası yoktur. Gündelik dilde trajik kelimesini kullandığımızda çoğunlukla dramatik yani acıklı olandan bahsederiz. Roma kültüründeki tragedya örnekleri, trajik unsurdan ziyade acıklı konuları işleyen melodramlar idi. Max Scheler’e göre insan, iki eşit değer ile karşılaşır ise trajik unsur ortaya çıkabilir. Güçlü, anlaşılır ama zaman zaman yeterli bir anlamlandırma sunmayan bu görüşe göre, örneğin Marcus Brutus trajiktir. Shakespeare'in Julius Caesar adlı eserinde, Brutus için trajik olan “insan dostunu mu, yoksa vatanını mı seçmeli?” değerleri arasında kalmasıdır. Trajik olarak dostluk ve vatan sevgisi iki eşit erdemdir ve seçim trajik olacaktır. Yunan özgür insanı için, yurt sevgisi özgürlük getirecek ise, bağlı olduğun kralı öldürebilirdin.
Antigone tragedyası , Scheler’in trajik kavramı için en yetkin örnektir. Antigone, site yaşam kuralları karşısında iki kardeşi ve mezarları arasında değer olarak sıkışmıştır. Diğer yandan Scheler’in formülü Macbet ve Oidipus’da tam olarak açıklayıcı olamıyor. Scheler’e göre insan, her zaman trajik olan ile karşılamazdı, trajik unsur bazı özel koşullarda ve tarihsel durumlarda belirginleşiyordu. Tragedyanın ahlak önermesini savunması ya da çürütmesi gibi bir durum genellikle yoktur, “erdemlerin çatışması” alanı olarak ahlaka içkindir. Trajik unsur oluşması için izleyiciyi aynı oranda etkileyen iki unsurun gösterimi gerekir.

Trajik Unsur ve Dostoyevski

Modern dünyada trajik unsur içeren eser, Dostoyevski’nin “Ecinniler” romanıdır. Roman kahramanı Stavrogin, iki eşit önemli değer arasında tam olarak bölünmüştür: vicdan ve hakikat. Çelişkiler içindeki Stavrogin, hakikat ve vicdan arasından birbirini destekleyecek tüm bağlardan ve engellerden uzaklaştığında, trajik olanın içine düşer ve küçük bir kıza tecavüzü seçer. Gündelik yaşamdaki acıların, üzüntülerin trajik unsur olduğunu söylemeyiz. Modern sanat eserlerinin birçoğu trajik unsur değil, melodram etkisi gösterir. Modern dünya ile her yanımızı kuşatan liberal ekonominin yarattığı çoklu değerler ortamı, asli ve trajik değerleri besleyen değil, körelten bir dünya tasavvurudur. Modern dünyada bizler gündelik yaşam içerisindeki acı ve neşe anlarımızda, saf vicdan ve akıl bölünmesini pek yaşamayız, daha çok muhasebeleştirilmiş bir vicdan ve fayda-savunma dirençleri içinde olayları deneyimleriz.

Nietzsche’ye Göre Tragedyanın Doğuşu: Apollon Ve Dionysos

Dionysos’cu bağbozumu şenlikleriyle, insan kendi kaybeder, şarap içer, dans eder. İnsan, insan ile yeniden bağ kurar. Bağbozumu, tüm yaşam kurallarını yıktığı için, kölede ve kadında insan olmuştur ve şenlik içinde insan kendini, tanrı Dionysos olarak hisseder. Nietzsche’ye göre trajik olan, insanın ölümlü olmasıdır ve tragedyayı etkileyici sanat formu yapan, Apollonik ve Dionizyak zihniyetin karşıtlığı ve iç içe geçmişliğidir. Apollon düşlerin, Dionysos ise coşkunun tanrısıdır. Apollon rüya gören, geleceği ve hakikati hedefleyen tanrı iken; Dionysos sarhoşluğu, dansı, coşkuyu temsil eder. Tragedya bu iki tanrının temsil ettiği istencin içinde gelişti. Tüm yaratıcı güçlerin, rüyaların ve kehanetin tanrısı Apollon; yaşama değer katan kalıcı fikir, ürün ve sanatın simgesidir. Dionysos ise, baharın gelişi ile insanının kendini kaybedişinin zevkini ve dehşetini simgeler.
Silenos, insanını anlatırken, insan için en iyi şeyin “dünyaya hiç gelmemek” olduğunu söyler. Silenos’a göre, insan için ikinci iyi şey ise, “en kısa zamanda” ölmektir. Dionysos imgelem, coşku ile kendinden geçerken aslında “hiç doğmamış olmayı” ister. “Hiç doğmamış olmak” bir karamsarlık değil, doğaya ve ölüme bağımlı olmadığımız, ana rahmi benzeri sınırsız ve parçalanmamış halin arzusudur. Apollonik dünya ise, ışık ve görüş içinde mükemmel formu arar ve mükemmel olan, sonsuza kadar kalacaktır tıpkı tapınaklar, heykeller gibi. Apollonik imgelem, gerçekliğin-doğanın aşılmasını sanatta ve özellikle rüyalarda bulur.
Trajedi bilinç içindeki insanın yaşadığı çaresizliğine karşı Platon, acıların bilgi ve deneyim için önemli olduğunu, ders verdiğini söyleyerek, trajik unsuru yatıştırmaya çalışmıştır. Nietzsche’ye göre insan, trajik olduğu gerçeğini kabul ederse ise, yaşamı gerçekten olumlayabilir. İnsan, yaşamı trajik hali içinde ve ölümlü olumlayarak, estetik deneyim olarak sanat ile yatıştırabilir. Bu anlamda Apollonik dünya, Diyonizyak güç karşısında çaresizdir. Nietzsche’ye göre bilmek, kendi başına trajiktir. Acı ile bilgi arasında ilişki vardır. Sofokles, Oedipus Kolonos’da yaşanan acıları bilgi ile birlikte bir yetkinlik sağlayacağını müjdeler. Ama aynı Sofokles, Apollonik dünya için tanrıların yollarının gizemli olduğunu, hakikati bilemeyeceğimizde işaret eder. Bilginin trajik bilince, ontolojik çıkmaza hiçbir faydası yoktur.


Konuşmacı: İskender Savaşır
Ekleme ve düzenleme: Ahmet Usta

Tragedyanın Doğuşu: Satir, Boş Zaman ve Tragedyada Özgürlük


Tragedya Yarışmaları ve Satir

Günümüze sadece 36 tane Yunan tragedyası, Yunan site yaşamının demokrasi unsurunun bir göstergesi olarak halk oylaması ile seçilen tiyatro yarışma eserleriydi. Tragedya yarışmalarının teknik olarak formaları önceden belirlemişti. Yarışmacı yazarlar, yarışmaya bir satir ve üç tragedya oyunu ile dörtlü teknik ile katılıyordu. Tragedyaların giriş bölümünü oluşturan satir oyunları, kırsal yaşamın izlerini süren anlatımlardı. Satir, öyküden çok şarap ve kırsal yaşam şiirlerine dayalı dans içeren gösterilerdi. Şiir, dans ve doğa yönelik satir gösterileri, kırsal alandaki bağbozumu şenliklerinin Yunan site yaşamında devam eden formu idi.

Tragedyanın Doğuşu

Yunan insanı site yaşamı ile doğaya/toprağa üstün gelse dahi, doğa yine de tekinsizliğini ve gücünü hissettiriyordu ve insanlar, kozmosa şükran için “insan kurban etmeye” devam etti. İnsan kurban etme ritüeli, site dışında ve barbar yaşam alanlarında bağbozumu şenlikleri ile M.Ö. 6. yüzyıla kadar gelmişti. Yunanları M.Ö. 6. yüzyıldan sonra bağbozumu şenliklerini site yaşamı içerisine aldılar ve evcilleştirip, yumuşattılar. Polis içindeki bağbozumu şenlikleri, Akropolis'lerde düzenlendi. En bilenen şenlik faaliyetleri; şarap içme, keçi kesme ve şiir okumaları oldu. Site yaşamı içindeki bağbozumu şenlikleri, şarap tanrısı Dionysos anısına yapılıyordu. Dionysos, tekinsiz yaratıcı ve şiddet dolu bir doğa tanrısı idi, iyi ve kötüyü içinde barındırıyordu. Polis akropolisinde yapılan bağbozumu şenlikleriyle birlikte Tragedya doğmuş oldu.

Atina ve Athena

Antik Yunan kültürü içinde tanrıça Athena, Atina’nın baş tanrıçası olarak “doğmamış” kadındı ve Zeus’un kafasından ortaya çıkmıştı. Doğmamış olmak, Yunan insanı için özgürlüktü, maddeden bağımsız olmaktı. Atina yurttaşları farklı biçimde ticaret yapıyorlardı, savaşçılıkları savaş tanrısı Ares izleğinde kılıç gücüyle değil, tanrıça Athena’nın izinde söz becerisi ve kurnazlık üzerine kurulu idi, Odysseus’un yolculuğunda en büyük becerisinin kurnazlık olduğunu biliyoruz. Zanaatkârların, Yunan site yaşamında konumları yarı yurttaşlar idi; zanaatın önemli kabul ediliyor ama görmezden geliniyordu. En önemli tanrılar Zeus, Apollon, Artemis, Athena idi. Antik Yunan’da her polisin tepesinde bir Akropolis (mabet) yapılmıştı.

Yunan Dünyası ve Boş Zaman

Yunan dünyasında özgürlük, doğadan özgür olmaktı. Yunan insanı, özgür olarak politika, sanat ve ticaret ile uğraştı, yani beden ile çalışmamaktı. “Boş zaman” kavramı, Yunan medeniyetinin oluşma nedenidir. Topraktan ve kölelikten özgürleşen site vatandaşı, sahip olduğu boş zamanı kendine ve site yaşamına ayırdı. Boş zamanın değerlendirmesi olarak yaşanan bu biricik sıçrama ile Yunan sitesi; felsefeyi, sanatı ve bilimi keşfetti. Felsefe, eylem olarak düşünme olduğu için ilk önce boş zaman gerektiriyordu. Yunanlılar sahip oldukları boş zamanı, düşünce eylemine ayırıp gelişkin bir felsefe oluşturdular.

Tragedyada ve Yunanlılarda Özgürlük

Tragedyalardaki özgürlük arayışı, gelişen Yunan yaşamında kadına-doğa ve toprağa bağlılıktan kurtulmaya çalışsa da, nihayi olarak doğadan kopamadığını işaret ediyordu. Tüm tragedyalar, “kadın unsuru” üzerine kuruluydu. Yunanlı özgür erkek için, doğuran ve adet gören kadın; toprak ve doğa olan bağını koparamaz ve özgür olamaz idi. Yunanlıların amaçladığı “mutlak özgürlük” halinde insanlar, en az tanrıları kadar tanrısaldılar. Yunanlılar kendilerini tanrı olarak görüyorlardı, çünkü özgür insan kaderine yöne verebilen insandı. Özgür insanın, tanrıdan tek eksiği ölümlü olmaktı. Tragedyada durumu, trajik hale getiren kadın idi.

Tragedyanın gerçeği, Yunanlıların hedeflediği mutlak özgürlüğün olamayacağı gerçeğine dayanır. Özgür insan, doğadan-topraktan-doğuran anneden-kaderinden bağlantısını mutlak olarak koparamayacaktır. Yunan tragedyasına göre kadın, eğer değer olarak kabul edilir ise; mutlak özgürlük artık zedelenmiştir, çünkü kadına değer vermek, özgür insanın özgürlüğünü kısıtlayacak başka değerleri de yaşamına sokacaktır. İşte Yunan mucizesi burada gerçekleşir; tarihin yaklaşık 100 yıllık zaman dilimi içinde Yunan insanı, hem felsefe hem de tragedya üretmiştir. Mucize, bir taraftan mutlak özgürlük ile insanın en sonunda hakikati bulacağını söyleyen logosa dayalı felsefe ve sanat ile insanın ölümlü olarak bizatihi trajik olduğu ve kaderine-doğaya tabi olduğunu, mutlak özgürlüğün yaşanamayacağını anlatan tragedya metinlerinin aynı dönemde üretilmesi ve yaşanmasıdır.

Tragedya Metinleri

Oresteia Üçlemesi: Agememnon, Adak Sunucular, Eumenides - Aiskhylos 
Kral Oidipus - Sofokles
Bakkhalar - Euripides
Oidipus Kolonos'ta - Sofokles
Medea - Euripides
Thebai’ye Karşı Yediler - Aiskhylos



Konuşmacı: İskender Savaşır
Ekleme ve düzenleme: Ahmet Usta

Antik Yunan’da Mitoloji, Çalışma ve Bağbozumu Şenlikleri

  

 Antik Yunan'da Çalışmak ve Mutlak Özgürlük

19. ve 20. yüzyıl tarihçilerinin Antik Yunan’da ilk bakışta gördükleri olgular: demokrasi, politika, sanat, bilim, felsefe, tragedya idi. “Yunan mucizesi” tanımını oluşturan bu olguların, en etkin yaşandığı dönem M.Ö. 520-430 yılları arasıdır. Bu döneme “mucize” denmesinin nedeni, tüm bu olguların, kavramların aynı anda ortaya çıkması ve dünyanın hiçbir yerinde benzerinin yaşanmamasıdır. Yunan site (Polis) yaşamı ile gerçekleşen, aslında Yunanlıların icadı değil, keşfidir. Özellikle sanatın Yunanlılar ile keşfedildiğini görmekteyiz. Antik Yunan’daki mucizenin oluşmasının temelinde “mutlak özgürlük” kavramı vardı. Antik Yunan insanın gerçekleştirdiği mutlak özgürlük, diğer hiçbir kültürde tam olarak oluşmadı. Antik Yunan dönemindeki özgürlük kavramının, bizim bugünkü anlamda kullandığımız özgürlük kavramı ile hiçbir bağlantısı yoktur. Bugün özgürlük dediğimizde, esaret altında olmamayı anlıyoruz. Yunan dünyasında özgürlük, madden ve dünyadan bağımsız olmaktı. Yunanlılarda özgür olmak için, çalışmamak gerekiyordu.

Çalışan insan, Yunan dünyasında özgür insan değildi. Yunandaki özgür insan, çalışmayan, toprak sahibi olan, kölelerin çalışmasından gelir sağlayan insandı. Yunan özgür insanı, çalışma ve toprağa bağımlı olmaktan kurtulduğu için, dünyaya kendi dışından bakabilmeye başlamış, doğadan bağımsızlaşarak, sanata ve bilime özgürce yaklaşabilmişti. Antik Yunan dünyasında kölelerin yanı sıra, kadınlarda özgür olamazdı. Kadın -modern anlamın dışında bir değer ile- adet gördüğü için tabiata ve toprağa bağımlı idi; bu yüzden kadın özgür olamazdı. Kadın ev işlerinde ve insan neslinin devamında görev alabilirdi. Antik Yunan beden zindeliğini istiyordu, yaşlılık bilgelik değil, aksine doğa yasalarına boyun eğmek olduğu için hakir görülüyordu.

Kölelik, antik dünyada neredeyse tüm medeniyetlerde vardı (Çin, Astek) ama Mısır’da kölelik ve özgürlük farklı uygulanıyordu. Mısır dünyasında kölelik derecelendirilmişti, toprakta çalışan insan köle değil, köylü vatandaştıToprağın sahibi tanrısal güç ile Firavun olsa dahi, köylü toprağını miras yolu ile çocuklarına bırakabiliyordu. Mısırda sadece belli dönemlerde kölelik ya da zorunlu hizmet vardı, köylü yılın belli dönemlerinde Firavunun istediği işte çalışmak zorundaydı, muhteşem piramitler bu zorunlu çalışmalar sonucunda ortaya çıktı. Mısırda mutlak kölelik, sadece Firavunun sarayındaki hizmetliler için vardı. Yunan mucizesinin temeli, köleliği asli üretici güç kılmasıydı. Yunan site demokrasisinin kurucularından sayılan Solon yaptığı kanunlar ile borç köleliğini kaldırdı. Salon, gelir üzerinden borçlanmayı ortadan kaldırdığı için Polis mensubu vatandaş, borçtan dolayı köle olma tehlikesinden kurtulmuştu. Yunanlılarda kölelik, temel üretici güç olmuştu. Tarihte ilk kez köle pazarı Sakız adasında kuruldu ve aynı dönemde para basılmaya başlandı. Köleci üretim sistemi, gerçek anlamda sadece Eski Yunan’da gerçekleşti.


Tragedya Okuma Kaynakları
Tragedya'nın Doğuşu - Friedrich Nietzsche 
Thespis Eski Yakındoğu'da Ritüel, Mit ve Drama - Theodor H. Gaster

Tragedyanın Kökeni Aiskhylos ve Atina - George Thomson
Oyun ve Bügü - Metin And 

Ölüp Dirilen Tanrı / Tanrıça Miti

Bütün Akdeniz havzası medeniyetlerine baktığımızda hepsinde benzeri bir inanış olarak “ölüp dirilen tanrı/tanrıça” mitini görüyoruz. Ana tanrıça miti; medeniyetine göre İnanna, Gaia, Kibela, İştar, İsis adını alıyordu. Medeniyet öncesi insan toplulukları, doğanın-kozmosun devamlılığı için bir kaos-şiddet eylemi gerektiğine inanıyordu. Ana tanrıçaya şükran ve mevsimlerin-toprağın bereketinin devamı için, yani kozmos için; kaos yaratıp, gürbüz erkekleri kurban ediyorlardı. Böylece kozmosun dinleştiğine, kendilerini affettiğine inanıyorlardı. Tanrıçaya şükran amacıyla insan kurban etme ayinleri, zamanla “medeniyet kafeslenmesi” içinde yumuşadı; sunak sunma, havyan kurban etme, adak kanı akıtma ritüellerine dönüştü.

Bağbozumu Şenlikleri ve Mitoloji

Yunan medeniyetinin site yaşıma yakın alanlarda, Ege’de kozmosun devamlılığı için kaos yaratma/kan dökme eylemleri yapılıyordu. Ege dünyasındaki bağbozumu şenliklerinde bereket ve yaradılışın devamlılığı için sınırsız eğlence ve şiddet uygulanırdı. Bağbozumu şenlikleri içerdiği şiddet, coşku ve şükran duyguları ile Ana tanrıçaya ibadet ayinlerinin devamıydı. Bağbozumu şenliklerde, şarap içilir ve kan dökülür, anne ile oğlu sevişir, statüler görmezden gelinerek toplu sevişmeler yapılır, bolca besin tüketilirdi, ziyafetler verilirdi. Klasik Çağ’da mit, logosa tabi tutulmaya başlandı ve mitler alegorikleştirilmeye başlandı. ölüp dirilen tanrı/tanrıça inancı” alt katman olarak Yunan mitolojisinde ve tragedyasında devam etti. Yunan medeniyeti M.Ö. 700’lerde başladı. Dönemin günümüze kalan Homeros metinleri, destan biçiminde yazılmış, ağızdan ağıza anlatılan halk hikayeleri ve rapsodilerden oluşmuştu. 
Bağbozumu şenlikleri, insanın toprağa, doğaya ve tanrıya ait olma fikrinin sona erdiğini gösteriyordu. Yunan medeniyeti ile yaradılış olarak “tanrıya borçlu olma ve şükran duygusu” ortadan kalkmıştı. Bu değişimin sonunda Yunan kozmogonisindeki tanrılar, görülen dünyaya bağlıydı. Yunan tanrıları, uzak varlıklar değil; insan gibi dünyada yaşayan tanrılardı. Yunan insanı ile Yunan tanrıları arasında tek fark vardır, insan ölümlü olması idi. Yunan tanrıları insanlar gibi öfkeleniyor, kıskanıyor, çapkınlık yapıyor ve suç işliyordu. Yunan tanrılarının insan tabiatlı olması, özgür ve artık birikim sahibi Yunan site vatandaşının kendini “yarı tanrı” olarak görmesinden kaynaklanıyordu.

Sokrat, Platon ve Devlet


Sokrat Öncesi Yunan ve Platon

Sokrat öncesi Arkaik Yunan insanı için yaşam, geçmiş ya da gelecek değil, şimdinin deneyimi idi. Yaşadığı anının deneyimleri ile bütünleşen ve onları kendi bedeni karşısında nesne olarak görmeyen Yunan insanı, bugünkü anlamda özne olmamıştı. Sokrat sonrasında ise, Yunan insanı özellikle Platon’un idealist düşüncesinin etkisiyle değişime uğradı, gerçeklik ile ilişkisini düşünce ve onun tasvirleri üzerinden kurmaya başladı. Geç dönem Yunan kültüründe ortaya çıkan bu idealizasyon ile insan, beden-imge bölünmesi içinde ontik bütünlüğünü kaybetti.

Platon, yeryüzü fenomenlerinin form olarak “idealar dünyası”nın eksiltili birer yansıması olduğunu söylemişti. İdealar öğretisi’ne göre gerçeklik, nesnel veya öznel, idealardan doğan ve yansıyan eksik izdüşümlerdir. Platon’a göre doğayı (physis) oluşturan her şey, görünür veya hissedilir olmaklığı içinde neşet ettiği idealara doğru varoluşlarını tamamlamak amacıyla hareket etmektedir. Platon, “Devlet” adlı kitabında ideal bir toplum yönetimzinin ve devletin yapısının nasıl olması gerektiğini anlatmıştır. Sınıflı toplum yapısı içindeki insanların, “yurttaşlık bilinci” ile ideal devlet yönetimi altında bütünleşeceğini ileri sürmüştür. İdealar öğretisinin öngördüğü gerçekliğin, hakikat karşısında eksik olması; ütopik düşüncenin güncel ve gelecek üzerine projeler geliştirmesine temel kaynak olmuştur.

Antik Yunan, Polis, Demos, Köle

Arkaik dönem ile birlikte M.Ö. 800’lerden başlayıp, M.Ö. 300’lere kadar devam eden Yunan medeniyeti, siyası ve ekonomik olarak büyük ölçüde bağımsız site devletlerinden oluşmuştu. Yunan medeniyetinden günümüze kalan eserlerin büyük çoğunluğu, Atina ve çevresine dayandığı için genellemelerin ve tartışmaların ana kaynağı, Atina şehir devleti (polis) olmuştur. Atina şehri, “doğrudan demokrasi”nin tarihte etkin olarak uygulandığı ilk yer olarak kabul edilmiştir.

Yunanlılar zaman içinde Akdeniz, Ege, Marmara ve Karadeniz kıyılarını kolonize ederek verimli topraklara ve ticaret ağına sahip oldular. M.Ö. 5. yüzyıl, Attika topraklarının en verimli dönemi oldu ve tarihte “altın çağ” olarak anıldı. Atina demokrasisi, sadece “demos” adı verilen özgür erkeklerin (yurttaş) oluşturduğu bir yönetim biçimi idi. Demos, çalışmayan ve köle sahibi olarak toprak üzerinden “artık birikimi tüken” sınıf idi. Bu bağlamda, antik Yunan dünyasında özgür olmanın birinci şartı, çalışmamaktı. Kölelerin, kadınların ve Atina’lı olmayan insanların, Polis adı verilen şehir devletinin demokratik yapısında şehri yönetme, yurttaşlık ve oy hakkı yoktu. Atina'da nüfusun yaklaşık beşte dördü; köle, kadın, yabancılar ve çocuklardan oluşuyordu. Demos’un oluşturduğu halk meclisi (Ekklesia) toplam nüfusun %10’u civarındaydı.

Demos, topraktan ve temel ihtiyaçlardan bağımsızlaşmış “serbest zaman faaliyeti” içindeki erkekler topluluğu idi. Şehir devletlerinin özellikle Atina’nın gelişimini sağlayan temel etken, kölelerin beden gücünün “verimli” kullanılması idi. Köleler çoğunlukla dış bölgelerden, kolonilerden getirilmişti. Antik Yunan’daki özgür insanının temel özelliği, kölenin yaptığı biyolojik-yaşamsal gereklilik için çalışmaktan özgürleşip, serbest zamanını kendisi ve polis için kullanmasıydı. Antik Yunan insanı, böylelikle doğayı ve doğasını aşmak amacıyla eyleme geçmiş, tarihe kalıcı izler bırakabilmek adına politikaya, felsefe ve sanata yönelmişti. Modern dünyadaki siyaset ve demokrasi tartışmalarının referans noktası olarak kabul edilen Atina demokrasisi, demos olmayanları yok saydığı, değersiz kabul ettiği ve öteki olmaya tabi kıldığı için aslında totaliter bir yapılanma idi.

Meritokrasi: Liyakat Sistemi

Devlet yönetiminin bireysel özellikleri gelişmiş ve yetenekli kişilerin elinde olmasını savunan Meritokrasi, liyakat esasına dayanır. Likayat esası, ilk olarak Platon’un “Devlet” adlı eserinde detaylandırılmıştır. Platon, kurguladığı ideal devlet düzeninde yönetici kadroların meritokrasi ile oluşturulması gerektiğini savunmuştur; ona göre iyi devlet yönetimi için, yeteneğini ve bilgi birikimini ispatlamış insanların kamu yöneticiliği yapması zorludur. Ve devletin en üst noktasında yönetimi liyakat ile elde etmiş “bilge-filozof krallar” bulunmalıdır. Diğer yandan meritokrasi düşüncesi, aslında açık olarak seçkincidir. Ekonomik ve siyasal birikimi yüksek aile bireylerinin eğitim ve gelişim olanağının daha fazla olacağı düşünülür ise, “meritokratik sistem” içerisinde toplumun diğer kesimlerindeki gençlerin-bireylerin kabiliyetlerini ortaya çıkarma imkânları çok azdır. Bu sebep ile meritokrasi, zaman içinde kendisinden beklenen radikal demokrasiyi değil, oligarşik yapıları doğurmuştur.

Ütopyalarda Mülkiyet ve Emek

Platon’dan başlayarak ideal devlet amacı ile kurgulanan ütopyaların temel hedefi, özel mülkiyet sorunu olmuştur. Platon, “Devlet” adlı eserinde özel mülkiyeti, sadece yönetici sınıfa yasaklamıştır. Ona göre ideal yönetim için yönetici, kamu mülkiyeti dışına çıkmamalıdır. More, özel mülkiyetin temel sorun olduğunu düşünmüş ve eşitlik için özel mülkiyeti tüm vatandaşlara yasaklamıştır. Campanella’nın ütopik anlatısında da özel mülkiyet kaldırılmıştır. Devlet mülkiyetini temel alan bir yaşam kurgulaması nedeniyle klasik ütopyalar, açıkça totaliter anlatılardır.

Ütopyaların yöneldiği bir diğer çözüm projesi, emek ve çalışma süresi koşullarının iyileştirilmesidir. İnsanın “serbest zaman” faaliyetleri sorununa cevap vermek, ütopyacı düşüncenin temel dinamiklerinden biridir. Platon’un ideal devletinde sekiz saat, More’un anlatısında altı saat ve Campanella’nın hayalinde dört saat olan günlük çalışma süresi; keyifli bir yaşam için yeterlidir. Birçok ütopyada çalışma süresinin düzenlenmesi ile birlikte tembellik, suç olarak tanımlanmıştır. Modernite ve çalışma koşulları, ütopya metinlerini özel mülkiyet ve emek sorununu çözmeye yönlendirmiştir. Liberal ekonominin çözümsüz kaldığı emeğin doğası ve verimliliği, serbest zaman ve tam istihdam gibi konular modern ütopya ve distopyalarda çözüme kavuşturulur ya da çözümsüzdür.

Rüya Metni: Bağırsak Suyu


Aylardan Eylül’dü yâda rüya bana öyle söylüyordu. Gitmeden önce veda için buluşamamıştık, sonra bilmediğim bir yolda yürüdüğümüzü gördüm; yolu sevdim. Kollarımla sana sarılmak istedim, sardım sol kolumu koltuk altına doğru, yan yan sarıldık. Yolun kenarında olanları, mekânları ve sesleri ne görüyor ne duyuyordum; önüm de belirsizdi ama böylesi yürüyüş çok iyi geldi bana, çevrede yine pastel sarı tonlar akıyordu. Birden mekân değişti; rüya, mekânı değiştirdi, yine engelledi iyiyi.

Sen, bana sarıldın; “çok çekicisin” dedin, bende sana “çok güzelsin” dedim. Ukde tam o anda içime düştü; bana karşı olan ilgini daha önce niye bilemedim diye hayıflandım. Sen niye söylemeye geç kalmıştın? Öpüşmeye başladık, kemiklerimin esnediğini hissettim zevkten. Saf dinginlikle dilim, dilinde eriyerek mutlu oldum. Seni iyi gördüm, derin ve sakin öpüşüyordun. Dilim, dilinde dillere destan hazlarda yoğrulmaya devam etti. Saat: 8:55 idi ve sen, 9.30’da yola çıkmalıydın. Süreyi bana rüya bildirmişti? Tam 35 dakikamız vardı mutlu olmak yâda zevk almak için.

Neden bu kadar kısa süre? dedim kendi kendime. Sonra şaşkınlaştım, keyfim rüyanın kontrolünde girdaplara dönüştü. Öptüğüm dudakların, ağzın içinden geçtim tüm vücudumla, tek parça. Soluk borusundan sonra iç organlarına geldim. Neredeyim bilmeden yine de öpüyordum seni. Son hatırladığım, bağırsaklarına girdiğim. Seni canından, bağırsaklarının suyundan öpüyordum. Birden uyandım. Rüya -3. şahıs O olarak- rüyamda senin rüyanı mı gösterdi bana?
Ekim 2015

Ütopyanın Tanımı ve Temelleri, Klasik Ütopyalar ve Modern Distopyalar



Kelime Olarak “Utopia”

Utopia kelimesinin kökeni, eski Yunanca’daki outopos (oυτοποσ) ve eutopos (ευτοποσ) kelimelerine dayanmaktadır. Outopos, olmayan yer anlamına gelirken; eutopos, güzel yer demektir. Bu iki kelimenin birleşimi sonucunda utopia, “hem güzel, hem de olmayan yer” anlamına gelir. Utopia kelimesini ilk olarak aynı adı taşıyan eseri ile Thomas More kullanmıştır. Ütopya düşüncesinin temel referansı, Platon’un “Devlet” (Politeia) adlı kitabıdır. 20. Yüzyıl ütopyaları ise, modern dünyanın sorunları neticesinde anti-ütopya (distopya) metinleri biçiminde ortaya çıkmıştır. Kısaca ütopya, bugün “var olmayan” ama gelecekte gerçekleşmesi arzu edilen “güzel” yerdir.

Klasik ve modern ütopyalar, edebiyat türü olarak metinlerarası özellikleri ile felsefeden teknolojiye, mitolojiden psikanalize kadar birçok farklı kaynaktan beslenir. Ütopya metinleri, yazıldıkları dönemin tarihselliği içinde gerçeklik ile bağlantılı iken; geleceğe dair arzuları ve beklentileri karşılamaya çalıştığı için fantazi, edebiyat ve kurgu ile iç içedir. Ütopya bugüne dair söylediği ile politik, geleceğe dair söylediği ile fantastik unsurlar içerir.

Klasik Ütopyalar:

Devlet - Platon
Ütopya - Thomas More
Güneş Ülkesi - Tommaso Campanella
Yeni Atlantis - Francis Bacon

Bazı Modern Ütopyalar/Distopyalar:
Biz - Yevgeniy İvanoviç Zamyatin
Cesur Yeni Dünya - Aldous Huxley
1984 - George Orwell
Fahrenheit 451 - Ray Bradbury
Damızlık Kızın Öyküsü - Margaret Atwood
Dişi AdamJoanna Russ
Zamanın Kıyısındaki KadınMarge Piercy
Ekotopya - Ernest Callenbach
Matrix Avcısı (Neuromancer) - William Gibson
TritonSamuel R. Delany
Mülksüzler - Ursula K. Le Guin

Ütopyanın Temelleri

Ütopya, yaşamı düzenlemeyi amaçlayan projedir. Ulaşılabilir en iyi yaşam sistemini kurup, onu düzenli ve değişmez kılmayı hedefler. Ütopya yeni bir toplumsal yapı için, var olan yaşamı tümden değiştirmeyi arzular. Öncelikli hedef, devletin yönetim araçlarını şekillendirmektir. Ütopya, kurguladığı yeni düzenin pratiği ve daha da önemlisi devamlılığı için; ekonomi, aile, cinsel yaşam ve eğitim alanında bir dizi uygulamalar geliştirmek zorundadır.

Ütopyaları cazip kılan, insanın gündelik ihtiyaçlarına, gelecek zaman kipi içinde çerçevelendirilmiş çözümler sunmasıdır. Ütopyacı hareket, ister tahayyül ister eylem sürecinde olsun, geliştiği koşulların sorunlarını çözecek tatmin arayışları ile güdülenmiştir. Bazen eko-politik, bazen de fantazi yolu ile insani dürtüleri harekete geçirmeyi amaçlar. Sunduğu çözümler gündelik gerçeklikten uzak dahi olsa, geleceğe yönelik olması ile heyecan ve umut vericidir. Ütopyanın ürettiği zaman ve mekan tasviri, mevcut yaşam koşullarını aşarak; emeğin özgürleştiği, bedenin erotikleştiği ve kaygının olmadığı bir yaşamı tahayyül eder.

Ütopya, çözüm vaat eder. Ütopik düşüncenin gerçeklik kazanması için yöneldiği konular; anayasa ve hukukun pratiği, emek ve özel mülkiyet, eğitim ve bilginin kullanımı, çalışma koşulları ve serbest zaman faaliyetleri, cinsellik ve aile, bireysellik ve tektipleştirme gibi temel sorunlardır. İkircikli olan yaşam koşullarını aşmayı hedefleyen ütopya, bu sebeple çoğunlukla totaliterdir.

 



Konuşmacı: Bülent Somay
Düzenleme ve Ekleme: Ahmet Usta

Mısır, Çin ve Mezopotamya Medeniyeti

Medeniyet Öncesi ve Sonrası

Günümüze ulaşan 45 bin ile 15 bin yıl öncesine ait figüratif bulgular, genellikle mağara duvar resimleri ve ana tanrıça putları (Venüs heykelcikleri) dır. İnsanların Venüs heykelciklerini, muska olarak yanlarında taşıdıkları veya mezarlarına koydukları anlaşılmıştır. Mağara duvar resimlerinde gördüğümüz dini ve mistik figür Şaman, arkeolojik bulgularda ana tanrıça ile bir araya gelmemektedir. Peki, şaman, ana tanrıçaya ibadet ediyor muydu? 
Stonehenge (aslı taşlar) ve Göbekli Tepe gibi arkaik tapınak alanlarındaki yaşam izlerine baktığımız zaman, tapınak inşası olmasına rağmen, çevresinde yerleşik hayatın olmadığını görüyoruz. (M.Ö. 10 binli yıllar) Benzeri tapınakların, anıt mezarların birçoğunun yakınlarında sarhoş edici bitkilerin, uyuşturucu ekildiği tespit edildi. İnsanlığın ilk tahıl üremi arpa, besin olarak değil; bira yapımı için kullanılmıştı. Bu veriler, yerleşik hayatın olmadığı dönemlerde dahi, insanların tapınak inşa ettiği ve çevresinde dini, coşkulu ritüler düzenlediğini göstermektedir.
Stonehenge - İngiltere

Mezopotamya: Mümbit Hilal

Neolitik Çağ ve M.Ö. 4 binli yıllarda, Mezopotamya’da tarım ve yerleşik hayat başladı. Tarımla birlikte sulama kanalları, hayvanların evcilleştirilmesi ortaya çıktı. Neolitik Çağ, kendi içinde çömlekli ve çömleksiz dönem olarak ikiye ayrılır. Çömlek yapımının ortaya çıkması ile ilk kez mesleki uzmanlık, zanaatkârlık başladı; devamında örme ve dokumacılık işleri gelişti. Mezopotamya’da başlayan sulama kanalı sistemi ve toprak paylaşımı ile birlikte şehir devletleri (Site) kuruldu. Şehir yaşamının ortaya çıkabilmesi için nehir boyları, ılıman iklim ve alüvyonlu-mümbit topraklar gibi coğrafi şartların olması gerekiyordu. Ur ve Uruk gibi önemli şehirlerle beraber asker, tapınak, köle sınıfı; ticaret ve para ortaya çıktı. Mezopotamya şehirlerinin diğer önemli özelliği, surlara sahip olmasıydı. Medeniyetin ortaya çıkması ile birlikte şaman ve ana tanrıça inancı geriledi, tapınak ve rahip sınıfı gelişti ve güçlendi.
İştar Tapınağı - Mari, antik Suriye


Mısır, Hint ve Çin Medeniyeti

Mısır medeniyeti, coğrafi konumu nedeniyle Mezopotamya’daki eko-kültürel değişimlerin belli oranda dışında kalarak, izole bir kültürel devamlılık gösterdi. Mısır teolojisinin en eski katmanına baktığımız zaman, Amun-Ra ibadetini görmekteyiz. Ra Güneş Tanrısı, tıpkı proto-Türkler’deki Tengri (Gök Tanrı) gibi alemleri var eden tek yaratıcıydı. Sonraki tarihsel katmanlarda ortaya çıkan Tanrıça İsis inancında ise, Mezopotamya’dan gelen insanların beraberinde getirdiği ana tanrıça inancının etkili olduğu düşünülür. Şehirleşme Mezopotamya’dan çıkıp, coğrafi sıralama ile önce Hindu-Ganj bölgesine oradan da Çin’e doğru yayıldı.
Amon Ra tasviri
Çin tarihi siyaset ve kültür olarak kendi has özellikler gösterir. Mezopotamya’nın etkileri olsa da, Çin’de site devletleri değil; beylik devletler kuruldu. (M.Ö. 2500’lü yıllardan itibaren) Çin’deki inançlara baktığımızda, Konfüçyüsçuluk bir din değil; yaşamın ve devletin devamlılığını amaçlayan ahlak öğretisi dir. Konfüçyüsçuluk, Tanrı’yı mutlak yaratan olarak kabul eder ama daha çok yaşama pratiğine yönelir. Çin’deki asıl din,  Tao dur. Tao, Tanrı inancının tekliği ile mitik olanın iç içe gelişmesidir.

Çin’in Ana Tanrıçası: Xi Wang Mu

Çin tarihinde arkaik dönemden gelen ve etkisi uzun süre devam eden ana tanrıça inancı vardır. Xi Wang Mu adlı ana tanrıça, Ortadoğu’daki bereket tanrıçalarının tüm özellerini taşır; ölümlülere ölümsüzlük, yaşama ve toprağa bereket verir, kozmosun devamlılığı için şiddet uygular. Çinliler Mu’ya “Batının Büyük Annesi” demişlerdir. Batı; batan güneş, ölümlülük, ölüm sonrası yaşam anlamındadır. Diğer coğrafyalarda pek görmediğimiz şaman ve ana tanrıça birlikteliği, Çin’de görülür. Xi Wang Mu rahibesi kadınlar; ayinlerde şaman rolünü üstlenmişlerdi.
Suret yasağı, Müslümanlıktan önceki arkaik dönemlerde de vardı. Buda’nın ortaya çıktığı, M.Ö. 550’lerden M.Ö. 400’e kadar olan dönemde Hint coğrafyasında suret temsili yoktur. Buda temsillerindeki suret yasağını kaldıran, Hint coğrafyasına yerleşen Helenistik Gandahar Krallığı olmuştur. Bozkır sanatına baktığımızda da suret yasağını görürüz. Gerek avcılık, gerek ise şaman resimlerde suretler belirsiz gösterilmiş, gizlenmiştir. Çin kültürünün bir diğer büyük farkı ise, hiçbir zaman suret yasağı olmamıştır. Kısaca, sanat tarihi açısından baktığımız da iki uygarlıkta suret yasağı yoktur: Yunan ve Çin
Xi Wang Mu, Çin kültürünün Ana Tanrıçası

Fayyum Portreleri

Mısır’ın Fayyum bölgesindeki yeraltı mezarlıklarından çıkarıldıkları için Fayyum Portreleri adı ile anılan ahşap plaka üzerine yapılmış eserler, Mısır kültürünün Roma egemenliğinde yaşadığı M.S. 1 ile 3. yüzyıl arası dönemde üretilmiştir. Ölmüş portre sahibinin kişisel özelliklerinin oldukça detaylı ve gerçekçi betimlenmesi ile “öte dünyaya” karşı merak-korku-özlem gibi birçok anlam ve beklentinin bir arada kullanıldığı eserlerdir Fayyum Portreleri.



Konuşmacı: İskender Savaşır
Ekleme ve düzenleme: Ahmet Usta
Dalgın Sular / Karaköy
Şubat-Mart 2013

Müslüm Gürses ve Arabesk ve 90’lı yıllardan Anılar



90’lı yıllardan Gürses Anısı


17 yaşındayım, ilk kez aşık olmuş ve belki de son kez karşılık bulmuşum. Arkadaşım Ferdi ile tren yolu köprüsünün kenarında ucuz köpek öldüren şarap içiyoruz, elma yiyoruz. Tren yoluna bakan evinlerin birinden 90’lı yılların bir Müslüm Gürses şarkısının sesi geliyor. "Yosun tutmuş kaldırımın kenarı, artık yeter diyor sana kadın…" buna benzer sözler aklımda kalan. Arabesk takılıyoruz, içiyor, kuruyor, kuruya sarıyor ve Gencebay’dan “Kadere bak, kadere bak, çok çektirdin ikimize, şimdi özür diler gibi sevin dedi ikimize” yada Güllü’den “Oyuncak gibi”yi dinliyoruz.



Yıllar iki katına çıktı bugün, o gün çekilen ya da keyif alınan anların sayısalı iki katına çıkmış, organlar hafif hafif eskiyor, yıllar geçtikçe asli yalnızlıklarımız derinleşiyor, her şey arabeskleşiyor. Müslüm baba, 70’lerde başlayan müzik hayatında, 80’ler ve özellikle 90’ların ilk yarısında büyük ilgi görmüş ve kitleleri peşine katmış çok önemli bir ses sanatçımız. Hatta jiletçi Müslümcüler olarak anılan, kendi içlerinde fraksiyonlara ayrılıp ve kavga edip hatta birbirlerini yaralayan radikal gençlik toplulukları vardı. Belki de amaçları, "kimin daha arabesk" olduğunu kanıtlamaktı 2010'lu yıllara geldiğimizde, bu profilde radikal arabeskseverler çok az kaldı. Müslüm Gürses, tıpkı Sezen Aksu, Kemal Sunal gibi her Türk insanın sevdiği, dinlemese bile figür ve ses olarak değer verdiği bir insandı.

Müslüm Gürses - "Mutlu Ol Yeter" albüm kapağı


80’li ve 90’lı yıllarda Arabesk

Müslüm Gürses, çoğumuzun önceden bilmediği, 70’lerin sonunda  yaşadığı bir trafik kazası sonrası, kısmı duyma ve koku alma kaybı nedeniyle sahneye çıktığında refleks eksikliği gösteriyordu. Bu fiziksel engel, yurdumun tapon-ucuz entel-sosyal demokratlarının, onu “tu kaka etmesine" malzeme oldu. Aynı gönülsüzler tayfası, 80’li ve 90’lı yıllarda arabesk müzik dinlemekten utandıkları için kendilerine benzer kişilik ve ekonomiden gelen Kayahan’ı dinleyip, gizli arabeskçi takılıyorlardı. Aynı basiretsizliği şeytana çok şükür, ben çocukta olsam yapmadım.

Müslüm Gürses - "Anlatamadım" albüm kapağı

Müslüm Gürses’in Allah Vergisi Sesi

Gürses’in sesinin, doğuşkan ve armonik yapısı ile çok özgün olduğunu hep savundum. Müslüm baba, arabesk müziğin diğer kötü örneklerinin yanında zaten en büyük artı değeri, ses-fonetik özelliği ile gösteriyordu, özel bir şey yapmasına gerek yoktu. Konsonans, yani kulağa hoş gelen özgün seslerden birine sahipti. İlk dinlediğim yıllardan sonra, biraz aydınlanma sürecine girdiğimde Müslüm Gürses'in sesi ile ilgili inancım daha da arttı, bu ses bence soft rock müzik formuna mükemmel uyumlu olabilirdi. Yıllar içinde; Leonard Cohen ve Nick Cave gibi isimleri dinledikçe, Müslüm babanın sesinin, benim için daha kıymetli, dünya çapında ses olduğunu hissettim.


Kendi Sesini Gerçekleştiren Müslüm Gürses

Edebiyatçı olarak okumadığım, ama senarist olarak eski sinema çalışmalarını çok sevdiğim Murathan Mungan'da, benle aynı duyguları taşımış olacak ki, Müslüm baba ile ilgili düşüncelerimi büyük oranda yansıtan, Türkçe soft rock cover bir albümün süpervizörlüğünü yaparak Müslüm Gürses’in sesinin hakkını verdi. Gürses, 2006’da yazar Mungan"la ortak projesi “Aşk Tesadüfleri Sever” Pasaj Müzik etiketiyle çıkardı, kendisine karşı olanların yada beğenmeyenlerin gözleri önünde yada ellerindeydi.


Murathan Mungan eşliğinde yapılan albüm ile tekâmül eden Müslüm Gürses, müzikten anladığını iddia eden aklı evvel ama tapon ve batı tandanslı arabesk düşmanlarına cevabını kendi uslubunca vermiş oldu. Arabeskin kaygan ve amorf yapısını gösterdi; Müslüm Gürses, kimin bestesini söylese, çoğunlukla sahibinden daha güzel ve etkileyici söyledi.

Son dönemlerinde çıktığı bir tv programında “Düşünüyorsam varım demek ki“ deyince sunucu, "Sayın Gürses bu bana Decartes’i hatırlattı, 17. yüzyıl filozoflarından" cevabına karşılık Müslüm Gürses “O da, bizim kardeşimiz” diyerek, modernitenin getirdiği irrasyonaliteye post-yapısalcı bir cevap vermiş oluyordu! 



Arabesk Ne Olabilir?

Arabesk öyle uzun yada kısa bir hal değildir, ezcümle nettir! Arabesk, kitlesel olarak vardır; sınıf veya sosyal tabaklaşma içermez, gündeliktir ve kaderini sevmek ister! (amor fati)

Arabesk, piç edilmiş bir kelime olsa dahi, varoluşçudur ve gündelik olarak eyleme dayalı ya da eylemek isteyen bir felsefeyi savunur. Arabesk, politik-ekonomik-cinsel düzlemde kitabi  kalmak yerine; eylemde mazoşist olmak, depresif bir hazzın yaşatılmasını savunmak yada sahip çıkmak ister. Arabesk dünya hali, sevenlerinin “Yıkanmak İstemeyen Çocuklar” olarak kalmak isterken, aldığı yaralardır ve işlediği günahların yüküdür ama yara olmadan merhem olmayacak ise, Bach bazen dinlenirken, arabesk her daim dinlenebilir!

Arabeskin gerçekliğini tam olarak yansıtan veciz söz, yine Müslüm Gürses'ten geliyor: "İlkokulu bitirdim. Gerisi yok."