Homo Habilis, Erectus, Sapiens, Mağara Sanatı, Willendorf Venüsü


İnsanlık tarihini başlangıcı ve gelişim sürecine ait olarak insansı türlerinin çok sayıda tanımlaması ve sınıflandırması bulunuyor ve yer yer tanım ve özellikler iç içe geçiyor ve karıştırılıyor. 

Homo Habilis (becerikli insan)

İnsanlık ailesine ait en önemli özelliği kendine barınak yapması ve ailet kullanmasıdır.  Habilis’ler yalnızca Afrika’da yaşadı. Ateşi kullanmayı bilmiyorlardı ve bizlerden en büyük farkı beden yapısından dolayı et değil, leş yiyordu. Tarihi geçmişi -1,5-2 milyon yıla kadar uzanabilir. Habilis’lerin beyin yapısına bakıldığında, primat canlılar grubu (goril, şempanze) gibi gelişkin bir sembolizasyon yeteneği var ama dil henüz oluşmamıştır.  (http://tr.wikipedia.org/wiki/Homo_habilis)

Homo Erectus (dik insan)

Homo erectus, soyu tükenmiş insansı türüdür ve modern insanların (Homo sapiens) atası kabul edilmektedir. Yaşam tarihi olarak -1,9 milyon yıl öncesine geri götürebiliriz. Afrika’dan dünyaya yayılan insansı türüdür. İlk fosil Cava Ada’sında ortaya çıkarılmıştı, bu sebeple Java insanı diye de isimlendirilir. Yüksek ihtimal ile ateşi kullanıyorlardı ve siyah deriliydiler. Atalarımız olarak kabul edilmesinin temeli, ayakları üzerinde durup, yürüyerek diğer primatlardan ve habilislerden farklılaşmasıydı. Hareketlilik gösterip, sürü halinde yaşayarak Afrika’dan çıkıp, kuzeye doğru dağıldılar. Erectus’un, beyin-kafatası hacmi habilislerden büyük, sapienslerden küçüktür. Anatomik yapı olarak erectus ile sapiens insansı arasında benzerlik yüksektir. Homo erectus, ateşi kullanan ve mağaralarda barınan ilk insan türüdür.(http://tr.wikipedia.org/wiki/Homo_erectus
homo erectus
Homo erectus

Homo Sapiens  Neandertalis  (magara insanı)

Sapiens öncesi insansı insan Neandertaller, beden olarak daha güçlü ve iri olmalarına rağmen, beyin yapısı ve mobilite konusunda sapiensler kadar iyi değildirler.  Çoğunluk kanısı, bu iki türün karşılaşmalarında, beyin gelişkinliği ve alet kullanma becerisi ile sapienslerin üstün geldiği ve neandertallerin yok olduğudur. Neandertallere, “mağara insanı” denmesinin sebebi, daha çok mağarayı barınak yapması ve ölülerine mezar yapan ilk insansı olmasıdır, bu sebeple fosil kalıntıları çoktur. Fiziksel olarak en belirgin özelliği, siyah deri rengine sahip olmasıydı, hareketlilik ve göç sonucu karşılaştığı iklim ve şartlara uyum sağlamaması sonucu yok oldu.

Homo Sapiens (bilen insan)

-280 ile -250 bin arası yıllarda yaşamış, bugünkü anlamda insanın genetik atasıdır. Sembolleştirme olarak Hepimizin ortak anası Havva Anamız, homo sapiens idi. -280 binden sonra gelen tüm insanlık bilimsel olarak kanıtlanmıştır ki tek bir annenin soyundan geliyor. Homo Neandertallerin yok olup, sapienslerin yaşama devam etmesindeki süreç hakkında yaygın görüş, sapienslerin beyin ve alet kullanma kapasitelerinin daha yüksek olması sonucunda neandertalleri yok ettiğidir. Hepimizin tek bir ortak anneden/Havva’dan geliyor olmamız ise, neadertal bir kadının Kromozon ve DNA yapısında meydana gelen bir değişim, nedeni bilinmeyen bir mutasyondu. Bu ilk annedeki Kromozomlar, molekül yapısı içerisinde bulunan DNA (mitokondriyal deoksiribo nükleik asit) ve histon denilen protein zincirinden oluşuyordu ve protein zincirinde mutasyon, farklılaşma ile evrimsel sıçrama gerçekleşti. (http://tr.wikipedia.org/wiki/KromozomKromozon yapısındaki genetik değişime uğratan bu ilk sapiens kadın kalım yoluyla, üreme sonucunda mutasyonu çocuklarına taşıdı. 
İlk anneden doğan çocukların, mutasyondan aldığı değişim ile daha gelişkin beyin yapısı ve kendini koruma gücüyle donandığı, böylece diğer neandertal annelerden doğan çocukların yeni rekabet koşullarına uyum sağlayamayıp doğal seleksiyon ile yok olduğunu biliyoruz. evrim sürecinde mutasyonu yaşayan annenin, genetik olarak döllenme ile çekinik gen denilen kromozon yapısı (XX), kalıtımsal olarak tüm insanlara geçtiği için, dünyada şuanda yaşan tüm insanların aynı anneden geldiği/Havva Ana bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Bugün yaşayan bütün insanların ortak atası (babası) ise yaklaşık 70 bin yıl sonra yaşadı. Geçen ortalama 70 bin yıllık süreçte sapiens anneleri dölleyen babalar içinde doğal seleksiyon ile eleme gerçekleşti ve bir erkeğin (XY) yapısı eşeyli kromozon yapısı olarak tekleşip, bugünkü anlamda babamızın kökeni oluşturdu. (http://tr.wikipedia.org/wiki/Homo_sapiens)

Homo sapiens sapiens (kendinin farkında olan insan)

Homo sapiens sapiens, günümüz insanı yani modern insan olarak insanlık evriminin son fiziksel aşamasını temsil etmektedir. Neandertal ile sapiens arasında çiftleşme olduğu ve doğum gerçekleştiği konusu henüz kanıtlanamadı ama değişik bulgular var. Homo sapiens sapines, yani bizlerin, -50 bin yıllık bir tarihi vardır. Yazılı tarihten çok daha uzun bir süre. Son araştırma ve bulgular sonucunda Güneydoğu Asya/Endonezya çevresinde, -50 bin yıl içerisinde yaşayan sapiens sapiens’den türememiş insanların olduğuna dair spekülasyon ve araştırmalar devam ediyor.

Sanatın Doğuşu, Ana Tanrıça Kültleri

-50 binlerde sapiens ile insan sanat yapmaya başladı. Bu anlamda modern insanı belirleyen sıçrama, ateşi kullanması değil, sanat yapmaya başlamasıdır. İlk keşfedilen sanat örnekleri, 1850’lerde bulunan Willendorf Venüsü heykelciği ve mağara resimleriydi. Venüs heykelciklerinde temsil, ana tanrıça figürüdür. Ana tanrıca figürlerinin temel özelliği yüz hatlarının belirgin olmaması ve beden hatların güdük görünmesidir, ama sapienslerin daha gelişkin tasarım yapacak yeteneği vardı, buradaki belirsizleştirmenin bilinçli yapıldığını söylebiliriz. Tanrıca figürlerindeki kadın; hamile, kilo, anaç bir kadın olarak gösterilmişti. Tanrıça heykelleri ya mezar başlarına dikiliyor ya da muska benzeri dini amaçlı saklanıyordu.
Wiilendorf Venüsü - bulunan ilk tarih öncesi Venüs figürü
Wiilendorf Venüsü - bulunan ilk tarih öncesi Venüs figürü
1999’da Fas’ta bir başka kalıntı bulundu (Tan Tan Venüsü), bu eserdeki tanrıça/Venüs figürü daha belirsizdi ve yaklaşık tarihi yaşı – 400 binlere kadar uzanıyordu. Bu buluntu, önceki fikirleri, tartışmalı kıldı. Belki de, insanları tanrıça heykeli yapmaya iten motivasyon yada din olgusu homo sapienslerden önce de vardı. Yine 1995’te, Suriye – Golan tepelerinde Berekhat Ram Venüsü bulundu, yüksek ihtimal tanrıça figürü ve inanış, homo erectus’lara kadar uzanıyordu. Erectus ve sapiens’ler sürü halinde hareketli yaşarken, yanlarında bu Venüs heykelciklerini taşıyorlardı. Tanrıça kadını figüründeki iri ve hamile kadın temsili, o zamanlardaki kadının fiziksel halini göstermiyor, net olarak ana tanrıçayı temsil ediyor. Bu anlamda ilk sanat ürünleri olarak mağara resimlerini değil, Venüs/ana tanrıça heykelcikleridir. 

Tarih Öncesi Mağara Sanatı

Mağara sanatı, ana tanrıça figüründen çok sonra, sapiens sapiens’ler ile ortaya çıkmıştır. Mağara yaşam dönemi ile birlikte barınma başlamış ve sembolizasyon ve dil yetisinde ilerleme oluşmuştu. Dil yetisinin gelişimini, mezarlara semboller konulmasıyla anlıyoruz, insan “ölümlülük” halini düşünen, sembolize edebilen bir zihin yapısına -50 binlerde sapiens ile ulaştı. İlk sanat örneklerindeki motivasyonda, ölümlülük karşısında bir kalıntı bırakmak, hatta mezar bekçiliği benzeri bir istek olduğu söylene bilinir. İnsanların ilk döneminde aile kavramı yoktu, sürü halinde yaşıyorlardı, doğum sonrası bebeğe tüm sürü bakıyordu. Konar-göçer yaşadıkları için henüz mülkiyet ilişkisi oluşmamıştı. 
Lascaux Mağarası
Lascaux Mağarası'ndaki Geyik çizimleri, Fransa

Mağara resimlerini, ana tanrıça heykellerinden ayıran en önemli estetik fark; bilişsel sıçramadır. Mağara resimleri, temsil olarak üç boyutlu dünyayı, iki boyut gösterme pratiği olarak Venüs heykelciklerine göre daha gelişkin zihin gerektiriyordu. Önemli bir başka yaklaşım, doğayı bir rahim olarak idrak etmek ekolü. Dünyanın bir rahim olarak anlamlandırılması, özellikle tarih öncesi buluntulardaki ana tanrıça figürü ile dünyanın dişi, doğurgan bir varlık olarak kendini yenilemesinin anlatısıdır diyebiliriz. Buzul çağlarından insan(sı)ların mağaralara çekilmesiyle, cinsiyet üzerinden ayrımlaşma başladı. Kısaca erkekler avcılık, kadınlar toplayıcılık yapıyordu ama beslenme şartlarına bakıldığında besinlerin büyük çoğunluğunu kadınlar sağlıyor, yani toplayıcılık, otçul beslenme yapıyorlardı. Avcılık, yani erkek üzerinden besin temini zor ve azdı, bu yüzden mağara insanları, avcılık ürünlerini az olduğu için şölen ve ayinlerde tüketiyorlardı. Mağara resimleri, çöp adam çizimi biçimindeydi, genellikle avcılık ve hayvanlar resmediliyordu. Resimler, mağara duvarlarına ve özellikle zor ulaşılana alanlara çiziliyordu. Mağara resimleri yapılıyordu sorusu üzerine spekülasyon çoktur, yüksek kanılar: büyü amaçlı, öldürülen hayvanların kutsallığından özür dileme v.s. dir. Mağara resimlerini yapan insan, aynı zamanda tarihte ilk meslek sahibi insandır. Mağara resimlerini yapan kişiler, resimlere baktığımızda, hayvan postu giyen ilk şamanlardı. Mağara ressamı, günlük işlerden toplayıcı-avcılıktan, bağımsız sadece mağarada resim yapıyordu.
Lascaux Mağarası
Lascaux Mağarası'ndaki Bizon çizimleri, Fransa 

Mağara resmi sanatı üzerine ilk ve en gelişkin buluntulardan biri, Fransa’daki Lascoux mağarasındaki resimlerdir. Bu resimlerde diğer mağara resimlerine göre daha fazla hayvan, insan motifi ve anlatı zenginliği görülüyor. Av resimleri yapan şaman benzeri bu meslek sahibinin, bugünkü anlamda mistik-psikolojik gücü ya da farklılıkları vardı. Şaman bu anlamda, artık üretiminden çekilmiş, ilk sosyal statü kazanmış insandı. Mağara resimleri, eski Yunan’la birlikte ortaya çıkacak “gerçek” sanat eserlerinden farklı bir şekilde mahrem olarak, özel, gözden ırak yapıldı, gizli tutuldu. Tanrıça heykellerinde inanç motivasyonu hakim iken, mağara resimlerinde büyü etkisi, mistik motivasyonlar gibi karmaşık amaçlar vardı. Tanrıça heykelciklerine bakıldığında homo erectus ve sapiensler’in kadın doğumuna mucize, tanrısallık atfediyor, doğumu kutsal kabul ettiklerin düşünebiliriz.

İnsanlık Tarihi: Homo Erectus, Homo Neandertalis, Homo Sapiens Sapiens ve Ana Tanrıça Heykelcikleri

  Konuşmacı: İskender Savaşır


Uyarı: Seminer notları konuşmacının sunumunu tam olarak yansıtmıyor olabilir! - Ahmet Usta

 

İnsanlık Tarihi

İnsanlık tarihini başlangıcı ve gelişim sürecine ait olarak insansı türlerinin çok sayıda tanımlaması ve sınıflandırması bulunuyor, yer yer tanım ve özellikler iç içe geçiyor hatta karıştırılıyor.

Homo Habilis (Becerikli İnsan)

Habilis'in insanlık ailesine ait en önemli özelliği kendine barınak yapması ve alet kullanmasıdır. Habilis’ler yalnızca Afrika’da yaşadı ve ateşi kullanmayı bilmiyorlardı. Bizlerden en büyük farkları et değil, leş yemeleriydi. Tarihi geçmişleri -1,5-2 milyon yıla  kadar uzanabilir. Habilis’lerin beyin yapısına bakıldığında, primat canlılar grubu (goril, şempanze) gibi gelişkin bir sembolizasyon yeteneği vardı ama dil henüz oluşmamıştır.  

Homo Erectus (Dik İnsan)

Homo erectus, soyu tükenmiş insansı türüdür ve modern insanların (Homo sapiens) atası kabul edilmektedir. Yaşam tarihi olarak -1,9 milyon yıl öncesine kadar geri götürebiliriz. Afrika’dan dünyaya yayılan insansı türüdür. Erectus'lara ait ilk fosil Cava Ada’sında ortaya çıkarılmıştı, bu sebeple "Java insanı" diye de isimlendirilir. Yüksek ihtimal ile ateşi kullanıyorlardı ve siyah deriliydiler. Atalarımız olarak kabul edilmesinin temeli, ayakları üzerinde durup, yürüyerek diğer primatlardan ve Habilis'lerden farklılaşmasıydı. Hareketlilik gösterip, sürü halinde yaşayarak Afrika’dan çıkıp, kuzeye doğru dağıldılar. Erectus’un, beyin-kafatası hacmi habilis'lerden büyük, sapiens'lerden küçüktür. Anatomik yapı olarak erectus ile sapiens insansı ile benzerlikleri yüksektir. Homo erectus, ateşi kullanan ve mağaralarda barınan ilk insansı türüdür.

Homo Sapiens  Neandertalis  (Magara İnsanı)

Sapiens öncesi insansı insan Neandertaller, beden olarak daha güçlü ve iri olmalarına rağmen, beyin yapısı ve mobilite konusunda sapiens'ler kadar iyi değildiler. Çoğunluk görüşü; bu iki türün karşılaşmalarında, beyin gelişkinliği ve alet kullanma becerisi ile sapiens'lerin üstün geldiği ve neandertallerin zamanla yok olduğudur. Neandertal'lere, “mağara insanı” denmesinin sebebi, daha çok mağarayı barınak olarak kullanması ve ölülerine mezar yapan ilk insansı olmasıdır, bu sebeple fosil kalıntıları çoktur. Fiziksel olarak en belirgin özelliği, siyah deri rengine sahip olmasıydı. Hareketlilik ve göç sonucu karşılaştığı iklim ve şartlara uyum sağlamaması sonucu yok oldu. 


Homo Sapiens (Bilen İnsan)

Homo sapiens -280 ile -250 bin arası yıllarda yaşamıştır ve  bugünkü anlamda insanın "genetik" atasıdır. Sembolleştirme olarak hepimizin ortak anası, yani Havva Anamız, homo sapiens idi. -280 binden sonra gelen tüm insanlık, bilimsel olarak kanıtlanmıştır ki tek bir annenin soyundan gelmektedir. Homo neandertal'lerin yok olup, sapiens'lerin yaşama devam etmesindeki yaygın görüş, sapiens'lerin beyin ve alet kullanma kapasitelerinin daha gelişkin olması sonucu neandertal'lerin yok olduğudur.

Hepimizin tek bir ortak anneden (Havva) geliyor olmamızın nedeni, Neadertal bir kadının kromozon ve DNA yapısında meydana gelen bir değişim, nedeni bilinmeyen bir mutasyondur. Kromozomlar, molekül yapısı içerisinde bulunan DNA (mitokondriyal deoksiribo nükleik asit) ve histon denilen protein zincirinden oluşuyor. Hepimizin ortak genetik annesinin  protein zincirinde meydana gelen mutasyon, farklılaşma ile evrimsel sıçrama gerçekleşti. Kromozon yapısı genetik değişime uğratan bu ilk sapiens kadın, üreme yoluyla ile mutasyonu kalıtımsal olarak çocuklarına taşıdı. İlk anneden doğan çocukların, mutasyondan aldığı değişim ile daha gelişkin beyin yapısı ve kendini koruma gücüyle donandığı, böylece diğer neandertal annelerden doğan çocukların yeni rekabet koşullarına uyum sağlayamayıp doğal seleksiyon ile yok olduğunu biliyoruz. 

Evrim sürecinde mutasyonu yaşayan annenin, genetik olarak döllenme ile çekinik gen denilen kromozon yapısı (XX), kalıtımsal olarak tüm insanlara geçtiği için, dünyada şuanda yaşan tüm insanların aynı anneden geldiği (Havva Ana) bilimsel olarak kanıtlanmıştır.

Bugün yaşayan bütün insanların ortak atası (babası - Adem) ise, ilk anneden yaklaşık 70 bin yıl sonra yaşadı. Geçen ortalama 70 bin yıllık süreçte sapiens anneleri dölleyen babalar içinde doğal seleksiyon ile eleme gerçekleşti. İnsanlığın ortak atası olan bir erkeğin eşeyli kromozon (XY) yapısı, diğer erkeklerlerin arasından ayrışarak,  ortak babamızın (Adem) genetik kökeni oluşturdu.

Homo Sapiens Sapiens (Kendinin Farkında Olan İnsan)

Homo sapiens sapiens, günümüz insanı yani "modern insan" olarak insanlık evriminin son fiziksel aşamasını temsil etmektedir. Neandertal ile sapiens arasında çiftleşme olduğu ve doğum gerçekleştiği konusu henüz kanıtlanamadı ama değişik bulgular bulunmaktadır.

Homo sapiens sapines, yani bizlerin, "-50 bin yıllık bir tarihi" vardır. Bu tarih, yazılı tarihten çok daha uzun bir süreyi kapsıyor. Son araştırma ve bulgular sonucunda, Güneydoğu Asya/Endonezya çevresinde, -50 bin yıl içerisinde yaşayan sapiens sapiens’den türememiş insanların olduğuna dair spekülasyonlar devam ediyor.

Sanatın Doğuşu

-50 binlerde homo sapiens ile insan sanat yapmaya başladı. Bu anlamda modern insanı belirleyen sıçrama, ateşi kullanması değil, sanat yapmaya başlamasıdır. İlk keşfedilen sanat örnekleri, 1850’lerde bulunan Willendorf Venüsü heykelciği ve mağara resimleriydi. Venüs heykelciklerinde temsil, ana tanrıça figürüdür.
Wiilendorf Venüsü, Ana Tanrıça Heykelciği
Wiilendorf Venüsü, Ana Tanrıça Heykelciği
Ana tanrıca figürlerinin temel özelliği, yüz hatlarının belirgin olmaması ve beden hatların güdük görünmesidir, ama sapiens'lerin daha gelişkin tasarım yapacak yeteneği vardı, buradaki belirsizleştirmenin bilinçli yapıldığını söylebiliriz. Tanrıca figürlerindeki kadın; hamile, kilo, anaç bir kadın olarak gösterilmişti. Tanrıça heykelleri ya mezar başlarına dikiliyor ya da muska benzeri dini amaçlı saklanıyordu. 

1999’da Fas’ta Tan Tan Venüsü bulundu, bu eserdeki tanrıça/Venüs figürü daha belirsizdi ve yaklaşık tarihi yaşı – 400 binlere kadar uzanıyordu. Bu buluntu, önceki fikirleri, tartışmalı kıldı. Belki de, insanları  tanrıça heykeli yapmaya iten motivasyon yada din olgusu homo sapienslerden önce de vardı. Yine 1995’te, Suriye – Golan tepelerinde Berekhat Ram Venüsü bulundu, yüksek ihtimal tanrıça figürü ve inanış, homo erectus’lara kadar uzanıyordu. Erectus ve sapiens’ler sürü halinde hareketli yaşarken, yanlarında bu Venüs heykelciklerini taşıyorlardı.
Tan Tan Venüsü
Tan Tan Venüsü

Berekhat Ram Venüsü
Berekhat Ram Venüsü

Tanrıça kadını figüründeki iri ve hamile kadın temsili, o zamanlardaki kadının fiziksel halini göstermiyor, net olarak ana tanrıçayı temsil ediyor. Sembolizasyon taşımaları nedeniyle ilk sanat ürünleri olarak mağara resimlerini değil, Venüs/ana tanrıça heykelciklerini gösterebiliriz.

Mağara Sanatı

Mağara sanatı, ana tanrıça figüründen çok sonra, homo sapiens sapiens’ler ile ortaya çıkmıştır. Mağara yaşam dönemi ile birlikte barınma başlamış, sembolizasyon ve dil yetisinde ilerleme oluşmuştu. Dil yetisinin gelişimini, mezarlara semboller konulmasıyla anlıyoruz. İnsan, “ölümlülük” halini düşünen, sembolize edebilen bir zihin yapısına -50 binlerde sapiens sapiens ile ulaştı. İlk sanat örneklerindeki motivasyonda, ölümlülük karşısında bir kalıntı bırakmak, hatta mezar bekçiliği benzeri bir istek olduğu söylene bilinir. 

İnsanların ilk döneminde aile kavramı yoktu, sürü halinde yaşıyorlardı, doğum sonrası bebeğe tüm sürü bakıyordu. Konar-göçer yaşadıkları için henüz mülkiyet ilişkisi oluşmamıştı. (Mağara insanının yaşamının güzel bir örneği olarak "2001:Uzay macerası" filmindeki giriş sahnesi izlenmeli.) Mağara resimlerini, ana tanrıça heykellerinden ayıran en önemli estetik fark; bilişsel sıçramadır. Mağara resimleri, temsil olarak üç boyutlu dünyayı, iki boyut gösterme pratiği olarak Venüs heykelciklerine göre daha gelişkin zihin gerektiriyordu.

Bu alanda önemli bir başka yaklaşım, "doğayı bir rahim" olarak idrak etmek ekolüdür. Dünyanın bir rahim olarak anlamlandırılması, özellikle tarih öncesi buluntulardaki ana tanrıça figürü ile dünyanın dişi, "doğurgan bir varlık olarak kendini yenilemesi"nin teorisidir, diyebiliriz. Buzul çağlarından insan(sı)ların mağaralara çekilmesiyle, cinsiyet üzerinden ayrımlaşma başladı. Kısaca erkekler avcılık, kadınlar toplayıcılık yapıyordu ama beslenme şartlarına bakıldığında besinlerin büyük çoğunluğunu kadınlar sağlıyor, yani toplayıcılık, otçul beslenme yapıyorlardı. Avcılık, yani erkek üzerinden besin temini zor ve azdı, bu yüzden mağara insanları, avcılık ürünlerini az olduğu için şölen ve ayinlerde tüketiyorlardı.

Mağara resimleri, çöp adam çizimi biçimindeydi, genellikle avcılık ve hayvanlar resmediliyordu. Resimler, mağara duvarlarına ve özellikle zor ulaşılana alanlara çiziliyordu. Mağara resimleri neden yapılıyordu sorusu üzerine spekülasyon çoktur, yüksek kanılar: büyü amaçlı, öldürülen hayvanların kutsallığından özür dileme v.s. dir. Mağara resimlerini yapan insan, aynı zamanda tarihte ilk meslek sahibi insandır. Mağara resimlerini yapan kişiler, resimlere baktığımızda, hayvan postu giyen ilk şamanlardı. Mağara ressamı, günlük işlerden toplayıcı-avcılıktan, bağımsız sadece mağarada resim yapıyordu.
Les Trois Freres mağarası
Les Trois Freres mağarasından bir şaman çizimi
Mağara resmi sanatı üzerine ilk ve en gelişkin buluntulardan biri, Fransa’daki Lascoux mağarasındaki resimlerdir. Bu resimlerde diğer mağara resimlerine göre daha fazla hayvan, insan motifi ve anlatı zenginliği görülüyor. 
Mağara Sanatı, Lascoux Mağarası, bizon çizimleri
Mağara Sanatı, Lascoux Mağarası, bizon çizimleri 
Mağara Sanatı, Lascoux Mağarası, geyik çizimleri
Mağara Sanatı, Lascoux Mağarası, geyik çizimleri
Av resimleri yapan şaman benzeri bu meslek sahibinin, bugünkü anlamda mistik-psikolojik gücü ya da farklılıkları vardı. Şaman bu anlamda, ilk sosyal statü kazanmış insandı. Mağara resimleri, eski Yunan’la birlikte ortaya çıkacak “gerçek” sanat eserlerinden farklı bir şekilde  mahrem olarak, özel, gözden ırak yapıldı, gizli tutuldu. Tanrıça heykellerinde inanç motivasyonu hakim iken, mağara resimlerinde büyü etkisi, mistik motivasyonlar gibi karmaşık amaçlar vardı.
Şaman Figürü
Şaman Figürü, M.Ö. 15 binli yıllardan 

Tanrıça heykelciklerine bakıldığında  homo erectus ve sapiensler’in kadın doğumuna mucize, tanrısallık atfettiklerini, doğumu kutsal kabul ettiklerini düşünebiliriz.

Rölativizm, Genom ve Sanatın Doğuşu


Psikanaliz ve Rölativizm Üzerine Tartışmalar

Psikanaliz ve tarihsel maddecilik görüşünün iddiası; insan yaşamı hakkında her şeyi açıklayabileceğidir. Psikanaliz ve tarihsel maddecilik gibi bütünsel anlatıların karşısında en güçlü tepki görüş, rölativizm/görecelik dir. Görecelik ekolü içerisinde; post-modernist ve post-yapısalcı görüş gibi çok farklı yaklaşımlar bulunmaktır Görecelik bakış açısı içerisinde Derrida gibi özgün ve önemli itirazları da ayrıca değerlendirmek gerekiyor. Görecelik teorisine göre, tarihsel maddecilik ve psikanaliz gibi büyük anlatı ekolleri, aslında anlamlarını, anlamlılıklarını, meşruiyetlerini belirli arkaik geleneklerinden alan yorumlardan ibarettir. Bu itiraza göre, büyük anlatılar, bırakılmış izlerin hakikat olarak yorumlanmasıdır. 1960’lı yıllar birlikte güçlenen ve önem kazan rölativizm, ortak insanlık durumuna cevap verme iddiasındaki akımların son kertede sadece yorum olduğunu ve hakikate ulaşılamayacağını ileri sürüyordu.

Genel anlamıyla tarihsel maddecilik ve psikanalizin karşıtı olarak rölativizm, asıl eleştirisini ilerlemeci görüşlere yöneltiyordu. Rölativistlere göre, tarihsel maddecilik de, ilerlemeci ekolden geliyordu yani aklın, tarih sürecindeki gelişmesinin doğal sonucu olarak uygarlığın oluştuğunu ve geleceği müjdeliyordu. Rölativizm, ilerlemeci ve rasyonalist dünya görüşünün eleştirisidir. Rölativizm, ilerlemeci görüşün müjdelediği akılcılıkla gelen uygarlığın, insanın gelişimi kadar, insanın çöküşünü de getirdiğini göstermeye çalıştı. Bu anlamda Hint uygarlığının güçlü geleneğinin akılcı modernleşme karşısında gerilemesi, hatta yok olmaya yüz tutması, şematize bir uygarlık biçiminin hegemonya göstermesi örnek olabilir. İlerici görüşün savunduğu akılcılık, tarihte iyi yaşam koşullarına sahip ve güç olanların akılcı gelişimini gösterip, destekleyip uygarlık dışı yaşam ve deneyimleri yok sahip, ortadan kaldırıyordu ve bu da görecelik ekolü için ilerlemeci görünen finans-kapitalin siyasi amacının göstergesiydi.

Evrim yaklaşımı ve Genom Bilim

Diğer bir ilerlemeci akım olan evrimsel gelişim bakış açısı ise; doğanın/tarihin/tinin; bizim idrak, eylemlerimizden bağımsız olarak; kendini varlık alına yakın olanları seçip yaşatarak, doğal seleksiyon ile ayakta kalmasını sağladığını, diğerlerinin ise yok olduğunu açıklıyordu. Gerek görecelik, gerek ise evrimsel görüş, söylemlerini sözcüsü oldukları siyasal yapı-kadrolardan alıyor, çok fazla entelektüel bilgi derinliği taşımıyor. Önemli bir gelişmeyi de dikkate almak zorundayız: Genom Bilim ve gelişmeler, evrimsel görüş içinde Neo-Darvinizm diyebileceğimiz bilimsel çalışmalar için çok güçlü veri ve araştırma bulguları ortaya çıkardı ve devam ediyor. İnsanın gen haritası üzerinde yapılan inceleme ve sonuçların getireceği yeni keşifler, ilerlemeci görüşün bilimsel olarak önemini korumasını sağlayacak görünüyor. İlerlemeci görüşün tüm dünyada ilgi ve önem kazanmasında etkili bir başka motivasyon ise, insanlardaki “tarihe yön verme” duygusunu karşılıyor olmasıdır. İlerlemeci görüşün gerçekliğini güçlü kılan bir diğer gelişme ise; nüfus artışı dolayısıyla artan artık birikimdir. 

Sanat nedir?

Bir şeyin sanat eseri olması için ilk önce, insanın, belli estetik birikime sahibi olması gerekiyor. Genelleme yapacak olursak, tarih öncesi eserlerin sanat eseri olarak incelerken,  bugünkü anlamda sanat vasfına sahip eserler, Eski Yunan medeniyeti ile başlamaktadır. Bu anlamda “Yunan mucizesi” denilen gerçeğin temelinin sanatın doğuşudur, diyebiliriz. Eski Yunan sanatından önceki sanat eserlerinin bakmak için değil, gizlemek ve gizlenmek amacı taşıdığını söyleyebiliriz. Tanrıça heykelleri ve mağara resimleri; Yunan sanatı gibi göstermek ve bakmak için açık alanlar sunulmuyor, mağaralarda gibi uzak ve ulaşılması zor alanlarda üretiliyor veya mezarlarda saklanıyordu.

Tarih öncesi sanat ürünlerinin temelinde mahremiyet vardı, ifadesinin altında bugünkü bakış açısından değerlendirdiğimizde gerçek anlamda maneviyatın, hatta dinin yattığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Sanatın doğuşu kapsamında inceleyeceğimiz eserler, daha çok görsel eserlerdir. Tarih öncesi dönemde işitsel ürünler, müzik konusunda kayıtlar elimizde yok, bu  yüzden sanatın doğuşu sürecini,  görsellik ve bakma üzerinden değerlendiriyoruz. İnsan nedir ve insanlık tarihi nerede başlar, sorusunun kesin cevabına bugün hala sahip değiliz. Araştırmalar ve keşifler devam ediyor, yeni tartışmalar gelişiyor.

Konuşmacı: İskender Savaşır
Ekleme ve düzenleme: Ahmet Usta

Rüya Metni: Kadın Yüzlü Yavru Kedi


Onu görüyorum sokağın ortasında, ben bir duvarın kenarındayım. Ona (F) görünmeden, onun güzelliğini izlemeye çalışıyorum. Sonra fark ediyorum, bir binanın hem köşesinde, hem de binanın içine açılan salonunun kenarındayım sanki. Bir sahnenin arkasında, yâda kenarında gibi. O ve diğerleri sokakta bir şey yapıyorlar grup olarak. Ne yaptıklarını anlamaya çalışırken; onun buğday tenine, yeşil gözlerine, soluk ama çekici ve düzgün yüz hatlarına gizli gizli keyifle bakıyorum. Bir takım hareketler yapıyor kalabalığın önünde, ona çok yakışan pastel tonlarda ceket ve bluz var üzerinde. Yavaş yavaş anlıyorum. O, dilsizlere eğitim veriyor yâda dilsizlerle birlikte bir şeye hazırlanıyor, prova ediyorlar. Birden düşünüyorum, Âşık olduğum kadın, dilsizlerle iletişim kuruyor. Pek anlamadığım figürleri, aerobik benzeri, birlikte tekrar ediyorlar; dinginler ve keyifleri yerinde sanki.

Birden O’nun bir süre önce hamile olduğunu ve kedi doğurduğunu öğreniyorum. Evet, kedi doğruyor; nasıl olur diye şaşırıyorum. O, kadın, bir kedi yavrusu doğurmuş. Bulunduğum duvarın kenarında bir yerde, birden yavru kediyi görüyorum, bir daha şaşırıyorum. Yavru kedi sarman kedinin yüzü, tıpkı annesi. Kadın yüzlü yavru kedi. Sonraki şaşkınlık beni daha bi tuhaflaştırıyor. Kedinin babası olan sarman kedi, benim 10 yıl öncesinde sokakta bulup, 1 yıl evde baktığım erkek kedim. Benim yıllar önce ayrıldığım ve çok sevdiğim sarman kedim; yine benim yıllar önce uzaktan sevdiğim ve sadece sevmiş kaldığım kadın ile birleşmiş ve çocuk yapmışlar.

İçim burkuluyor, hüzünleniyorum. İki sevdiğim, benden uzaklarda birleşmişler ve ben onların yanında olamamışım. Son kez, Annesi yüzlü sarman yavru kediye bakıyorum, çok sevimli, patileri arasından bana bakıyor. Göz göze geliyoruz yavruyla, annesi ile göz gelir gibi. Kendi kendime “tıpkı annesi” diyerek, salonun kenarından sokağa çıkıyorum. Sokak artık kasvetli, bunaltı geliyor içime. Duvarda bir konser afişi görüyorum, öylesine bakıyorum, bilet fiyatları çok yüksek.
Nisan 2016

Psikanaliz ve Tarihsel Maddecilik, Arzunun Çaresizliği


Konuşmacı: İskender Savaşır
Ekleme ve düzenleme: Ahmet Usta



Psikanaliz ve Tarih


Büyük, bütünsel anlatımların yıkıldığı yönünde tartışmaların yapıldığı bir dönemdeyiz. Notların ve seminerin temel amacının, 1960’lardan günümüze kadar parçalanmış yapılar içerisinde, üst bir anlatı, “yeniden anlamlı bir bütün” oluşturma faaliyeti olduğu söylenebilir. 1950’lerdeki bütünsel anlamlandırma, üst anlatı arayışlarının en güçlüsü, ilerlemeci bakış açısıydı. İlerlemeci bakış açısı, çok güçlü entelektüel argümanlara sahip değildi, daha çok, modernleşme girişimleri ve maddi dünya başarıları üzerine kendini odaklaşmıştı. İlerlemeci görüş temel olarak, dinin gerilemesi ve aklın yükselmesi hareketini savunuyordu ve seküler dünyanın evrenselliğinden bahsediyordu. İlerlemeci teorinin temeli, insanın özünün akıl olduğunun işaretlenmesiydi. İlerlemeci bakışa göre tarih, insandaki akıl yapısının gelişerek akıldışı yanlarını bertaraf etmesine dayanan uygarlık ile açıklanıyordu. Mesela, görücü usulü evlilikten, sözleşme usulü evliliğe geçiş, tarih içinde akılın gelişmesi sonucu oluşan doğal bir değişimdi.

İlerlemeci görüş, tüm fenomenlerin akıl ve akıldışı arasında gerçekleştiğini savunuyordu. İlerlemeci görüş göre akıl, ilerleme sonucunda bir noktada hakikate ulaşacaktı. Bu bağlamda ilerlemeci görüş, akla olan bağlılığı ile rasyonel, hatta ütopyacı dünyayı müjdeliyordu. Fakat ilerici görüşün teorik olarak en zayıf yanı, insanının akıldışı yanını açıklayamamasıydı, kabaca Nietzsche’nin akıldışı varlık olarak insan sorularına cevap verebilecek entelektüel yanlışlanamaz cevapları yoktu. Homo Sapiens’in kabaca 50 bin yıllık tarihinde, insanlığı ilerlemeci kılan akıl değil, belki de, ontik aciziyet haliydi. 1950’lerde akılcı teori neredeyse, Amerikan yaşam biçimini kabul eden gizli bir hegemonya ile rasyonel yaşam kalıplarını dayatıyordu. Kabaca bu yıllarda herkes neredeyse Hollywood filmlerini izliyor, yaşam biçimleri standartlaştırılıyordu. Karşıt olarak gelişen sosyalist dünya ve yaşam ise, kendi sorunları ile yaşam bulmaya çalışıyordu. İki kutuplu dünya hali, 1960’lı yıllarda kaldı ve günümüzün pratik gerçekliğinde pek fazla anlam taşımıyor, tabi ki benzeri dünya görüşleri örneğin Stalinist dünya pratikleri, dogmatik ve değişen koşullarda, lokal olarak devam ettirilebiliyor.

Tarihsel Maddecilik

Günümüzde, büyük anlatı olarak, dünyayı anlamlandırma ve şekillendirme projesi bağlamında, iki görüş kaldı: diyalektik materyalizm ve psikanaliz. Bu iki büyük teorinin de, doğruluğu ve pozitivist etkinliği tartışılır. İki görüş de, dil olma iddiasındadır yani yaşamı anlamlandırma ve dönüştürmeyi hedeflemektedir. Diyalektik materyalizm veya marksizm ve psikanaliz, hayatın tüm fenomenlerini anlamlandırma olanağı verir ama doğrulana bilinirlik iddiaları özü itibariyle yoktur.“akıl sahibi varlık olmak” bu iki görüşün, tarih sahnesindeki insanı anlama için temel aracıdır. Fakat diyalektik materyalizm ile psikanalizin insan aklı ve tarihi işaretleme özü, teknik olarak farklıdır. Diyalektik materyalizm ya da kısaca Marksizm, emek ile insan praksisini işaret eder. Tüm tarihsel süreçler emek ve akıl arasındaki etkileşimde gelişmektedir. Marksist teorinin gerçeklik için temel anlatı gücü, emeğin oluşumundaki “artık üreten emek” kavramıdır. Teorinin pratik incelemesinde, akıl ile tarihi oluşturan insan emeği, bu değişimi artık üreterek, ihtiyaçtan fazlasını üreterek sağlamıştır. Tarih, artık artı değer sonucu ortaya çıkan nesnelerin hangi koşullarda saklanacağı, bölüşüleceği kavgasının, yani sınıf mücadelesinin tarihidir. Artık oluşturan insanlar, böyle tabakalaşmaya, şehirleşmeye, çıkar grupları ve yeni üretim araçları geliştirmeye başlamışlardır.

Sadece insan, canlı türleri içinde emek üzerinde artık, birikim üretebiliyor. İlk insan topluluklarının toplayıcı-avcı dönemde, Potlatch kavramı bize yol gösterici oluyor. Toplayıcı-avcı döneminde ilk insansılarda, besin fazlasının oluştuğunu, çalışma sürelerinin neredeyse bugünlere kıyas ile haftalık 8-10 saat olduğu tahmin ediliyor. Potlatch kavramı ile incelenen bu dönemde ki şuanda dünyanın bazı izole kültürlerinde hala yaşanmaktadır, önemli olan birikimin, artığın saklanması, paylaşımı ve tüketilmesi sorunuydu. Artık, birikimin oluşması ile eşitsizlik başladı ve toplumsal tabakalaşma oluştu.

Potlatch kavramı üzerine en yetkin çalışma; Bataille’in Lanetli Pay adlı kitabıdır. Bataille’in kitabının asıl önemi, konuya Marksist olduğu kadar psikanalist bakış açısından da inceleyebilmesidir. Kitapta, artık oluşumu, birikim; insanın lanetli payı olarak tanımlanmıştır. Psikanalizin, akademik ve pratik dünya arasındaki çatışmanın üstünde bir yere ve dile sahip olması, onu güçlü kılmaktadır. Psikanaliz şuanda, akademik olarak insan bilimlerde üst anlatı olarak görmezden gelinemeyecek bir yöntem olarak varlığını sürdürmektedir. Gündelik hayatta, ekonomik-finansal dağılımdan sinema eleştirisi yazılarına kadar her alanda dolaylı ya da direk olarak kullanılan bir anlamlandırma yöntemidir. Psikanaliz, büyük anlatı olarak tüm yaşam fenomenlerine dair değerlendirme yapma olanağı, bazen de sorunlu olarak kolaylığı sağlar. Psikanaliz, tıpkı Marksizm gibi sadece gerçekliği anlama değil, yaşamı değiştirme, revizyon iddiası da taşımaktadır.

Pratik olarak ise psikanaliz, terapi deneyimi olarak son yıllarda büyük güç kaybetmiş, yerini daha çok dinamik-bilişsel terapi ve psiko-analizlere bırakmıştır. Özgürleşme beklentileri ya da kendini gerçekleştirme eylemleri olarak psikanaliz terapileri çok az olumlu sonuçlar vermektedir. Marksizm, emeği işaret ederken, psikanaliz arzuyu işaret eder. Psikanaliz düşünce, insan varlığının arzu karşısındaki çaresizliğini inceler. Buradaki arzu ile kast edilen fiziksel ihtiyaç, açlığın doyurulması değildir. İnsan nasıl emek ile artık, birikim yapıyorsa; arzu ile de devamlı eksiklik, çaresizlik yaratmaktadır. Emek ve arzu arasındaki insanın asıl ortak paydası ise, diğer canlılardan faklı olarak “ölümlü olduğunu bilme” çaresizliğidir.

Arzunun Çaresizliği


İnsan için her doğum, primatlar dünyası (şempanze, goril) ile karşılaştırıldığında erken doğumdur. İnsanın, diğer primat canlılarla karşılaştırıldığında ortalama olarak 25 aylık gebelik süresi sonrasında dünyaya gelmesi gerekirdi. Tarih boyunca genelleme olarak, bebek doğumlarının %50 ölümle sonuçlanmıştır, bu ölüm oranlarında hastalık ve bakım koşulları değil, insanın doğum sonrasında anatomik olarak ölümü tercih etmesi yatkınlığı etken olmuştur.
Arzunun temelinde doyurulma değil, uyarılma vardır. Arzu, uyarılmayı devam ettirme isteğidir. Açlık doyurulmayı, arzu ise uyarılmayı hedefler. Arzu doyurulmayı ertelemek, heyecanlılığı devam ettirmek ister. İnsanın çaresizliğinde, arzuyu ve beraberinde heyecanı devam ettirme isteği karşısında sınırlı olmak çaresizliğidir. Arzu, sembolik olarak, tekrar anne rahmindeki kadir-i mutlak anı/anları yaşamak isteğidir. İnsanın arzu karşısında çaresizliği ve ölümlük ile sonlanma hali; devlet, sanat, seks ve benzeri tüm fenomenleri yönlendirmiştir. Sonuç olarak tarihin oluşmasında fiziksel doyum arayışları değil, birikim ve arzu nesneleri karşısında çaresizlik ile sonsuz heyecan isteği temel enerji olmuştur.

Homo Erectus Lucy -  fosil  kalıntısı
Homo Erectus Lucy -  fosil  kalıntısı

 “Yaşam Tatminkârdır” Yanılması


İnsan bebeğine gelişim evresinde, rahim içi huzur ve tam tahmin ortamının benzeri sağlanmadıkça, yaşamayı kabul etmeyecektir. Tüm dünyada bebek bakımı ve eğitimi, rahim dışı hayatın tıpkı rahim içi kadar tatminkâr olduğu yanılsamasının öğretilmesinden geçer. Bebek bu gelişim evresinde kendisini bir dünya olarak hisseder, yer, içer, dışkılar. Yasa dünyasına geçene kadar bebek, rahim içi huzuru, rahim dışında da bulduğu yanılsaması, yalanı ile yaşar. Homo Erectus, yani bize en çok benzeten insansılar, ayakları üzerinde dik duruyorlardı ve en önemli örneği 1970’lerde Afrika’da bulunan Kadın fosil, Lucy (AL 288-1) idi. Anne, dünyanın huzurlu ve tokluk hissi veren bir dünya olduğu yanılsamasını bebeğe öğretip, bebeğin yaşama bağlanmasını sağlar. Bu bağlamda, “Cennetten Kovuluş” imgesi, insanın doğum travmasını işaret etmektedir. Bir bebek ister iyi, ister kötü şartlarda bebeklik geçirsin, eğer yaşıyor ise, annenden “yaşama bağlanma yanılsaması eğitimi”ni almış demektir, yoksa bebek anatomik yapı olarak ölümü tercih edecektir. 

İnsan bebeği, doğum sonrasında tüm dilleri konuşacak çok sesli yetiye sahiptir, bu ses çıkarma yetisi, başka anne olmak üzere yaşanılan bölgenin dili ile sınırlanır ve zamanla sadece anadil içinde olgunlaşır. Bebeklik döneminde, ruhsal gelişimin tamamlanması için 3. Bir figüre yani babaya ihtiyaç vardır. İnsan, yaşam motivasyonu olarak, yanılsamalara inanmak ve dünyanın kendine yetmezliğinden kaçınmak zorundadır. 

Rüya Metni: Kolombiya Tatilinde Çapraz Ateş


Kolombiya’dayım, Mizan ile birlikte kaldığımız otelin önünde bir gariplik var, pek tehlikeli gözükmeyen bir timsah kapıda bekliyor, yanında bir kulübe ve yaşlı bir bekçi, adama bu havyan niçin burada diye soruyorum, istihbarat ekibinin bir parçası olduğunu söylüyor, “bu havyan nasıl askeri güvenlik yapabilir?”  diye düşünüyorum. “Bizim çok güçlü bir askeri veraset var diyorum” sonra kendime kızıyorum utanılacak askeri veraseti burada “memleketimin gururu” diye anlamak büyük salaklık deyip susuyorum. Timsah başını kaldırıp bana bir bakıyor, yaşlı adam timsahın kulübe içindeki bir böcek/jammer sinyal kesici ile özel saldırı için tanımlı olduğunu söylüyor. Kafamı çevirip sokaklara bakıyorum, esmer yılan gibi kıvrak dolaşan orta yaşlı Latin dilberleri dışında, her yani leş ve suç akan bir şehirde böyle bir güvenlik sistemi var mı?” diye şaşırıyorum. Latin kadınlar candır, diyorum kendime ve kalçalar olamasaydı medeniyet olmaz diye kendimce akıl yürütüyorum yürürken.

Mahallenin köşesindeki toplantı alanındayız, Mizan ile birlikte kalabalığın içinde, gençlerle birlikte akma hazırlıklarındayız, aklımda şehrin daha işlek gece hayatı noktasına gitmek ve zevke boğulmak var. Sonra, iki tane ellili yaşlarda kadın geliyor, yolun kenarındaki diskoya girmek için ama daha sokakta kopmaya, oynamaya başlıyorlar, konuşunca Rus olduklarını görüyorum fakat ne Rus güzelliği ne de zarafeti var. Sonra bana, Türkçede bir şeyler söylüyorlar, “dünya ne kadar ufak” diyorum kendi kendime, bir tanesi elimden tutup içeri çekiyor, tamam geliriz diyorum. Mizan’a dönüp “ben otele dönüp giyineyim, bu diskoya girer bir ortam bakarız, ama son akşamımız sonra çıkar asıl sağlam  mekana gideriz, ben gelmeden sen içmeye başla, bu akşamın sonunda pompa kesin yapmalıyız” gibi şeyler söylüyorum. Sokağın köşesini dönüp, ana caddeye çıkıyorum, gün batmak üzere, günbatımı/sunset ışık, tam karşımda gözlerime vuruyor, muhteşem bir sepya sarıdan kırmızıya pastel renklerin içerisinde beden ağrılarımdan uzaklaşıp dinçleşiyorum.

Ilık bir hava, ama yolda Latin afet dilberler görünmüyor, daha çok seyyar satıcı, çakal çukal tayfa, fakat  onlarda gözüme güzel geliyor, hayat olası ve makul gidiyor benim Kolombiya günümde. Karşı kaldırımdan bir simitçi, “nerelerdesin gözükmüyorsun” diyor, “gecelere akmaya çalışıyorum” diyorum, gülüşüyoruz. Kadıköy’ün çok kazanan 20 yıllık simitçisinin Kolombiya sokaklarında ne işi var diyorum bir an ama sonra, Latin dünyasında gerçek ince bir zardır, yırtar ve  atar üzerinden diye düşünüyorum, sonuçta ekmek parasına buralara kadar gelmiş olabilir?

Yolun ortasındayım, karşından simsiyah spor bir araba geliyor ve içinden bir adam elinde otomatik silahla rahat rahat iniyor, bir silahlı saldırı olacağını anlıyorum, insanlar caddede sağa sola kaçıyor, ben kaçmıyorum. “Canlı bir ölüm görmek” istiyorum, gerçek ölüm görmenin çok zevk vereceğini hissediyorum, hem merak hem de öfkeyle birileri ölsün istiyorum. Kenarda beklemeye başlıyorum, bana bir şey olmaz “dayım, sağlam ceza avukatı” rahatlığındayım.

Suikastçı, yolun karşı tarafındaki sanırım, Mercedes aracın yanına gelip üçayaklı bir sistemin üzerine otomatik silahın düzeneğini hazırlıyor. Arabadaki adam kaçmıyor, hatta rahat tavırla arabadan iniyor, silahlı adamla konuşmaya çalışıyor. Adam, takım elbiseli siyah güneş gözlüklü tipik bir Latin ve sakin, saldırıya hazır gibi, cesur hareketlerle konuşurken ateş başlıyor, o da silahını çekiyor ama ilk kurşundan yüzüne geliyor. Adamın, yanakları parçalanıyor, elleri ile can havli yüzünü tutuyor, yere düşen yanaklarını toplamaya çalışırken sırtına aldığı kurşunlarla yere yığılıyor, paramparça oluyor, zevkle izliyorum.

Burada kadar film izler gibi rahattım ve keyifle önümdeki suikastı izliyorum ama birden arkamdan ateş açılmaya başlıyor, bir çapraz ateşin ortasında kalıyorum, korkmaya başlıyorum. Hemen yanımdaki arabanın dibinden adamın biri seri halde ateş ediyor geriye doğru kaçamıyorum, önümde de karşıt grubun mermileri havada uçuşuyor ve ortada kalıyorum. Kurşunlar uçuşuyor, patlamalar oluyor, kulağım gürültüden sağırlaşıyor, can derdine düşüyorum. Yüzlerce mermi şans eseri, beni ıskalıyor ama sonumun geldiğini hissediyorum, birazdan bir-iki serseri mermi beynime saplanacak korkusuyla kaçacak delik arıyorum. Hiç çıkış bulamayınca direk yere yatıyorum, önümdeki arabanın altına giriyorum ve ölüm gelmek üzere nefesim kesiliyor. Aklıma birden, benim doğumumdan önceki 1 Mayıs 1977 Taksim kitle imhası geliyor, “bende o şekilde gidecem bok yoluna” diyorum. Aslında korkum “yaşanmamış gençlik” ve aşk gibi nefsi tatminlerin ölünce bitmesi, yoksa gözlerimin önünde havai fişekler gibi patlayan kurşun ve şarapnellerden pek korkmuyorum. Ve belki de istiyorum ama ölüm değil yokluk dayanılmaz korkutuyor. Sarsılıyorum.
Şubat 2013